confessions

yusuf

2. nesil Yazar - - Yazar -

  1. toplam entry 33
  2. takipçi 2
  3. puan 0

shems friedlander

yusuf


Mevlevilerle tanıştıktan sonra Mevlana'nın "gel" çağrısına uyarak 45 yıl önce Müslüman olan Yahudi kökenli Amerikalı yazar Shems Friedlander, yaşadıklarını anlattı.
İslami Araştırmalar Enstitüsü tarafından 2012 yılının en etkili 500 Müslümanı arasında gösterilen ve "Hayatım aramakla geçti" diyen Shems Friedlander, bu süreçleri sevenlerine aktardı
1940 yılında Rus Yahudisi bir ailenin çocuğu olarak New York'ta doğduğunu söyledi. "1960'ların başında Doğu'dan Batıya doğru gelen çok sayıda ruhani akıntılar vardı" diyen Friedlander, bu sırada kendisinin de Allah'ı araştırdığını, farklı dinlerin öğretilerini incelediğini belirtti.
Mevlevilerle New York'ta tanıştı, üniversiteden mezun olduktan sonra New York'ta grafiker olarak çalışmaya başladığını ve 1972 yılında Brooklyn Müzik Akademisi'ne sema gösterisi yapmak üzere gelen Mevlevilerle tanıştığını anlatan Friedlander, şöyle devam etti: "10 gün boyunca orada sema gösterisi yaptılar ve ben de gittim onları seyrettim. İlk kez semayı orada izledim ve benim için çok heyecan vericiydi. İnsanda meditasyon etkisi yapan ruhani bir şeydi. İlk programdan sonra kulise gittim ve gelenlerle tanıştım. Daha sonra onlarla ömür boyu arkadaş olduk. Onları akşam evime davet ettim ve sabah gün ağarana kadar oturduk, sohbet ettik. O gün 2 saatlik uykuyla işe gittim. Buna 10 gün boyunca devam ettik."

KONYA'YA DAVET EDİLDİ: Friedlander, tanıştığı Mevleviler tarafından Konya'ya davet edildiğini dile getirerek, sözlerini şöyle sürdürdü: "O dönemde hayatı keşfediyordum, Hinduizme bakıyordum, Budizmi araştırıyordum, Tanrı'yı araştırıyordum. Herhangi bir dini pratiğim yoktu. Hayatım aramakla geçti. İlk kez 1972 yılında Konya'ya, Mevlana'ya geldim ve her şey o zaman aydınlanmaya başladı. Bunlar benim ilk adımlarımdı, yolun başlangıcıydı."
HAYATIMDA HASAT HEP KIŞ MEVSİMİNDE OLDU: Türkiye'de Mevlevilerin önde gelen temsilcileriyle tanıştığını ifade eden Friedlander, "Pek çok şeyi bu dönemde okumaya başladım. Her yıl kış aylarında Türkiye'ye gelmeye başladım. 'Kış Hasadı' kitabımın adı buradan geliyor. Aşağı yukarı 80 yaşındayım ve hayatımda hasat, hep kış mevsiminde oldu." diye konuştu.

İSTANBUL'A YERLEŞTİ: Friedlander, 70'lerin başında Müslüman olduğuna, ibadetlerini yerine getirme konusunda büyük gayret gösterdiğine işaret ederek, kendisine Müslüman diyen herkesin İslam'ın şartlarını uygulaması gerektiğine dikkati çekti. "Mevlana ile tarihi bir figür olarak ilgilenmiyorum" Kahire'de bir üniversitede 20 yıl profesör olarak görev yaptıktan sonra 2014 yılında İstanbul'a yerleştİ.
RUS YAHUDİSİ ANNE VE BABASI SAYGI GÖSTERDİ: Her yıl özellikle Şebiarus törenleri döneminde Konya'da bulunduğunu anlatan Friedlander, hayatının değiştiği süreçte, Rus Yahudisi anne ve babasının kendisinin dini tercihine saygı gösterdiğini ve onlardan herhangi bir tepki görmediğini vurguladı.
MEVLANA İLE TARİHİ BİR FİGÜR OLARAK İLGİLENMİYORUM: Friedlander, Mevleviliğin kendisini derinden etkilediğinin altını çizerek, şöyle konuştu: "Sema zikirdir. Ben Mevlana ile tarihi bir figür olarak ilgilenmiyorum. Ben onun mesajıyla, ne dediğiyle ilgileniyorum. Mevlana neler söyledi, ondan nasıl faydalanabilirim, bununla ilgileniyorum. Onun yazdıklarını hayatıma nasıl yansıtabilirim diye bakıyorum. Dünyanın bugünkü sorunu bu. Büyük bir azizdi, büyük bir liderdi, bu değil, bunlara takılmamamız lazım. Bizim nefsimize değil, Allah'a yönelmemiz lazım. İslam hayatın her yerinde olmalı. Bu yüzden bütün hayatımı İslam'a entegre ettim. İslam bir hayat tarzıdır. İslam'ı hayatınızdan ayrıştıramazsınız. İslam sadece cuma günleri namaza gitmek değildir. İnsanlar bana soruyorlar, 'Nerede, ne zaman, neden Müslüman oldun?' Bakın, Hazreti Ebubekir Sıddık neden Müslüman olduysa ben de o yüzden Müslüman oldum."

İNSANI KORUYAN DA ALLAH ZİKRİDİR: İnsanın aradığı her şeyi Kur-an'da bulabileceğine dikkati çeken Friedlander, "Allah, yarattığı her şeye bir koruma vermiştir. Aslan güçlü, hızlıdır. Kirpinin dikenleri vardır ve kendini korur. Bukalemun bunu renk değiştirerek yapar. İnsanı koruyan da Allah zikridir. Bizi zorluklardan ve tehlikelerden ancak zikir korur." değerlendirmesinde bulundu.
ÖDÜLLÜ TASARIMCI, RESSAM, ŞAİR, YAPIMCI: Friedlander, vefatından sonra Konya'da Mevlana dergahının yanı başındaki mezarlığa defnedilmeyi vasiyet ettiğini sözlerine ekledi. Shems Friedlander kimdir? New York City'de doğan Shems Friedlander, ödüllü bir grafik tasarımcısı, usta bir fotoğrafçı, ressam, şair, film yapımcısı.
Tasavvuf hakkında kitapları olan yazarın, ikisi Hazreti Mevlana ve semazenler hakkında olmak üzere yayımlanmış dokuz kitabı bulunuyor. Tabloları New York ve Kahire'de sergilenen, çizim ve fotoğrafları muhtelif özel koleksiyonlarda yer alan Friedlander'ın, Türk dervişleriyle ilgili fotoğrafları New York, Kahire, İskenderiye ve Dubai'de sergilendi.
EN ETKİLİ 500 MÜSLÜMAN" LİSTESİNDE: Kraliyet İslami Araştırmalar Enstitüsü tarafından sanat ve kültür alanında 2012'nin "En Etkili 500 Müslümanı"ndan biri seçilen, 20 yıl Kahire Amerikan Üniversitesi'nde profesör olarak görev yaptıktan sonra 1994'de emekli olan Friedlander, 2014 yılında İstanbul'a yerleşti. Eşi Türk olan yazarın bir çocuğu var.

kış hasadı

yusuf

Amerika'da yaşayan, zamanla kendini bulmaya çabalayan bir kişidir Shems Friendlander. Kitap ise Shems'in tasavvuf serüvenini anlatıyor. Bana göre tasavvufa ilgi duymayan veya tasavvuf hakkında müspet fikirler beslemeyen kişileri cezbetmeyecek bir kitap. İçerikteki bazı olaylar sahneler onlar için tepki niteliğinde olabilir. Ama ilgilileri için araştırılması gereken merak uyandırıcı bir kitap. Benim için farklı olan kısım ise Batı dünyasında ki tasavvufi durumun bu kitaptaki izahı. Shems'in her aşamasını geçtiği ve benim de ilk kez bilgi sahibi olduğum tasavvufi oluşumlar ve merhaleler. Anladığım şu ki elbette Batı dünyasındaki tasavvuf uygulamaları; misal uçma meditasyonları vs gibi Shems'e yetmemiş ve en sonunda İslâm dünyasının tasavvuf hayatında kendisini bulmuş. Amerika-İstanbul-Konya-Kutsal topraklar-Kahire bu yerlerde yaşadığı tecrübeler ve anıları. Yazarın diğer kitabı olan Toynak sesini duyunca zebra gelsin aklına kitabını da okumayı düşünüyorum. Keyifli Okumalar.

ığdır

yusuf

Iğdır'ın kuzey ve kuzeydoğu sınırını, Aras Nehri ve bu nehrin oluşturduğu Türkiye-Ermenistan sınırı oluşturmaktadır. Doğusunda Türkiye-Azerbaycan'ın Nahçıvan zerk Cumhuriyeti sınırı ve güneydoğusunda Türkiye-İran sınırı yer almaktadır. Güneyinde Ağrı ili (Doğubeyazıt ve Taşlıçay ilçeleri) bulunmaktadır. Bu sınır kabaca doğu-batı doğrultusunda uzanan ve Doğu Torosların doğudaki uzantısı olan Karasu-Aras sıradağlarından oluşmaktadır. Bu dağlar doğuya doğru uzanırken aynı zamanda Yukarı Murat-Van Bölümü ile Erzurum-Kars Bölümü arasında sınır oluşmaktadır. Bu dağların doğuya, Ağrı volkanına kadar devam eden uzantısı üzerinde sırasıyla “Kızılcaziyaret Dağı” (2887 m.), “Durak Dağı” (2811 m.), “Zor Dağı” (3196 m), “Pamuk Dağı” (2639 m.) bulunmakta ve en doğu uçta ise Büyük Ağrı (5137 m.) ve “Küçük Ağrı” (3896 m.) volkanik dağları bulunmaktadır. Durak Dağları üzerinde Balık Gölü (2250 m.) bulunmaktadır.[2] Iğdır'ın batısında Aras Irmağı'na katılan Gaziler Deresi'nin batı bölümü, Kars ili, Kağızman ilçesi ile olan sınırını oluştururken kuzeybatısında da yine Kars ilinin Digor ilçesi bulunmaktadır.
Iğdır ili tamamen Aras Nehri'nin havzası içerisinde bulunmaktadır. İl sınırları içerisinde Aras Nehri'ne katılan önemli akarsular batıda Gaziler Çayı, Buruksu Çayı, doğuda ise Aşağı ve Orta Karasu çaylarıdır. Tuzluca çevresinde Bazaltik ve kahverengi topraklar geniş yayılış alanına sahipken, Iğdır Ovası'nda alüvyal topraklar, Doğu Iğdır Ovası ve Dil Ovası'nda tuzlu topraklar hâkimdir.[3]
İklim
İKLİMİ Iğdır Ovası ve çevresi, Türkiye ve Doğu Anadolu ölçüsünde kendine özgü iklim özellikleriyle “yöresel klima” alanı içine girmektedir. Iğdır Rasat İstasyonu'nun 40 yıllık ölçümlerine göre, bu merkezde yıllık sıcaklık ortalaması 11.6 C0, yıllık ortalama sıcaklık farkı ise 29.2 C0 kadardır. En yüksek sıcaklık değerlerine ağustos 41.8 C0, en düşük sıcaklık değerlerine de aralık ayında -30.3 C0 rastlanmaktadır. Don olayının oluştuğu gün sayısı 112.5 gün, yıllık ortalama yağış tutarı 257.6 mm. kadar olup, yağışların yarıdan fazlası 154.6 mm ile ilkbahar ve yaz mevsimlerine isabet etmektedir. En az yağış ise 47.8 mm ile kış mevsiminde düşmektedir.

Bitki Örtüsü


Yeni Doğan
Flora
Zengin bir bitki örtüsüne sahip olan ülkemizin en güzel yerlerinden birisi de, kütlesinin büyük bir bölümü IĞDIR ili sınırları içerisinde yer alan Ağrı Dağı'dır. Florasının zenginliği nedeniyle, bütün dünyanın ilgi odağı olan Ağrı Dağının incelenmesi; gerek bitki örtüsünün gerekse de zengin hayvan türlerinin ülkemizin eko-turizmine kazandırılması önem arz etmektedir. Ağrı Dağı; mikroorganizmaların yanında mantar, ilkel ve çiçekli bitkiler, omurgasız ve omurgalı hayvan türleri yönünden oldukça zengindir. 54 familyaya ait 325 otsu, 57 odunsu (ağaç ve çalı) takson olmak üzere toplam 382 bitki türü tespiti yapılmıştır. Ağrı Dağı'nda 1000'in üzerinde de bitki türü mevcuttur. 44 endemik tür tespiti yapılmıştır. Tespiti yapılan türlerden üç adedi bilim dünyası için yeni türler olup, bu türler şunlardır; 1. Jurinella moschus (Habl.) ssp pinnatisecta (Boiss.) Danina & Davis var.agridagensis Y.Z .- Ağrıdağı Kazan Kulpu, 2. Astragalus vesicaris L. subsp.agridagensis Y.Z.- Ağrı Dağı Geveni, 3. Linaria genistifolia L. subsp. agridagensis Y.Z. – Ağrı Dağı Katırtırnağımsı Nevruz Otu.

Fauna
Iğdır ve Aras Vadisi kuşların göç yolu üzerindedir. 227 tür kuş gözlenmiş olup Şube Müdürlüğümüz ve Kuzey Doğa Derneği İşbirliği ile 2006 yılından itibaren 164 türden yaklaşık 53,000 kuş ( 2013 İlkbahar göç yollarıda izlenerek 1500 kuş daha halkalanmıştır) toplam 54500 kuş halkalanmış ve kayıt altına alınmıştır. Türkiye'nin önemli kuş göç yollarından bir tanesinin Aras vadisi üzerinde ( Iğdır ili Tuzluca ilçesi Yukarı Çıyrıklı Köyünden) geçer. İl, Doğu Anadolu'da görülen Şiddetli kara ikliminin aksine, ovalık olması ve etrafının dağlarla çevrili olmasından dolayı, mikroklima bir iklime sahiptir. Doğal yaşam gerek sıcaklık bakımından, gerekse besin zincirinin oluşmasında yaban hayatı açısından sürekliliğe sahiptir. Halkalama çalışmaları neticesinde, Rusya, Litvanya, Estonya, Ukrayna, Finlandiya, Polonya, Avusturya, Çek Cumhuriyeti, Belerus gibi ülkelerden gruplar halinde yavrularıyla birlikte gelen kuşların geçiş yeridir.

Ekonomik Yapı
Iğdır ilinin ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayanır. Sanâyi ve turizm sektörü fazla gelişmemiştir. Tarım: Aras Nehrinin suladığı Iğdır Ovası, önemli tarım alanıdır. İklimin uygun olması sebebiyle, ovada pamuktan şeftaliye kadar çeşitli bitki ve meyve yetiştirilir. Başlıca tarım ürünleri şeker pancarı, buğday, arpa, patates ve pamuktur. Hayvancılık: Geniş yaylalara sâhib olan Iğdır'da hayvancılık önemli gelir kaynağıdır. En çok koyun yetiştirilir ve canlı hayvan ticâreti yapılır. Hayvanlardan elde edilen sütten kaşar peyniri, tereyağı gibi ürünler üretilir. Sanayi: İlde sanayi tesisleri, genel olarak tarımsal üretimden sağlanan hammadde kaynaklarına dayanılarak kurulmuştur. Un, bisküvi, çikolata,tuz ve yem fabrikası ile tuğla fabrikası bulunmaktadır. Genelde bu tesisler, küçük sanayi iş yerlerinden oluşan ve çalıştırdığı işgücü sayısı 5-10 civarında olan ve hammaddenin bol olduğu aylara göre faaliyetlerini devam ettiren tesislerdir. Üretim, çoğunlukla mevsimlik işçilerle sağlanır. İldeki Bisküvi ve Çikolata Fabrikaları'nda çalışan kişi sayısı 155'tir. İlde 150 kişiden daha az personel istihdam eden küçük ve orta ölçekli işletmelerin sektörlere göre dağılımı incelendiğinde; çalışan sayısı bakımından en yoğun sektörlerin inşaat malzemeleri ve gıda sanayi olduğu görülmektedir.


Karasu
Iğdır İlçeleri
Aralık : Eski adı Başköy'dur. Aralık ilçesi, Iğdır'ın ve ülkemizin en doğu uç noktasını teşkil eder. Türkiye'nin üç ülkeyle komşu ve müşterek sınırlarının bulunduğu tek kavşak noktası durumundadır. İlçenin doğusunda 49 km lik sınırı ile İran yer almaktadır. Kuzeyinde 10 km.lik sınırı ile Azerbaycan'a bağlı Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti ile 56 km. lik sınırı ile Ermenistan bulunmaktadır. Yüz ölçümü 611 km²'dir
Karakoyunlu : İlçe toprakları Ağrı Dağı'nın uzantıları, Kire denilen taşlık ve kayalık yükseltiler ve Ağrı Dağı'nın eteğindeki Korhan Yaylası''ndan oluşmaktadır. Karakoyunlu ilçesi Iğdır il Merkezi'ne 15 km, uzaklıktadır. Yüzölçümü 194 km² olup, toplam nüfusu 14.597'dir. Fatih ve Ergenekon Mahallesi olmak üzere 2 mahallesi vardır. Ayrıca 14 köyü bulunmaktadır. İlçenin ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayanmaktadır.
Tuzluca : Eski adı Kulp'tur. Tuzluca, ilin batısında yer almaktadır. Yer yüzü şekilleri bakımında dağlar çoğunluktadır. Suyunun bol ve lezzetli olması, her türlü sebze ve meyvenin yetişebilmesi bölgeye ayrı bir önem katmaktadır. Yaklaşık 1,254 km²'lik bir alana sahip ilçe, Iğdır ili topraklarının (3,539 km²) yaklaşık % 35,4'ünü oluşturmaktadır. Bilinen ilk ismi Kulp olan daha sonradan Tuzluca'ya ismini veren, kaya tuzu madenleridir. Bu maddenin yıllarca işlenmesinden sonra oluşan tuz mağaralarında astım hastalarına hizmet veren şifa merkezi mevcuttur. İlçeye bağlı 81 köy bulunmaktadır. Ekonomi tarımdan çok hayvancılık, madencilik ve yaylacılığa dayanmaktadır.

Tuzluca Tuz Mağaraları
Iğdır Ulaşımı
Havayolu : Iğdır merkez Küllük Köyünde bulunan Iğdır Hava limanı 13 Temmuz 2012'de açılarak iç hat uçuşlarına hizmet etmektedir. Iğdır hava alanından her gün İstanbul ve Ankara ya Türk hava Yolları ve Anadolu jet tarafından uçuşlar yapılmaktadır. Ayrıca atlas jet ger gün İstanbul Sabiha Gökçene uçuş hizmeti vermektedir.
Karayolu : Iğdır'da çevre il, ilçe ve komşu ülkeler ile bağlantısı kara yoluyla sağlanmaktadır. Bölge kara yolu bağlantısı şehirler arası ve şehir içi olmak üzere ikiye ayrılır. Şehirler arası yollar Erzurum, Kars ve Doğubayazıt'tan gelerek Iğdır'ın şehir merkezinde tek bir istikamette birleşir ve Dil Ovasını takip ederek Dilucu Sınır Kapısından Nahçıvan'a doğru uzanır. Şehir içi yollar ise Dil ucu Sınır Kapısından Tuzluca ilçesinin Kars ve Erzurum'la olan sınırına kadar uzanır. Şehirde kara yolu haricinde Kars Tren İstasyonu veya Kars Hava alanı aracılığı ile Kars'a oradan da kara yolu ile Iğdır'a ulaşılır. Iğdır Hava limanı 13 Temmuz 2012'de açılarak iç hat uçuşlarına hizmet etmektedir.

Karakoyun
Iğdır Yeryüzü Şekilleri ve Bilgileri
Ağrı Dağı : [Dağ] , Türkiye'nin en yüksek doruğu olan Ağrı Dağı ( 5137 metre ) yüksekliği olan sönmüş bir volkandır. Doğu Anadolu Volkan dizisi üzerinde yükselen bu dağ Türk, İran ve Ermenistan sınır kavşağında yer alır
Aras Nehri : [Nehir] , Aras nehri, kaynağını Bingöl dağlarından alarak, Tekman, Pasinler, Horasan ve Kağızman çöküntülerini geçtikten sonra ovanın batısındaki Karakale dolaylarındaki bir vadiden geçerek Iğdır ovasına girer.
Iğdır Ovası : [Ova] ,

Karakale
Iğdır tarihçesi
IĞDIR'IN TARİHÇESİ
Türkiye'nin doğusundaki sınır şehirlerinden biri olan Iğdır ve çevresinin insanlık tarihinin çok eski devirlerinden beri yerleşim yeri olarak kullanıldığı ve tarih boyunca birçok kavimin egemenliğine girerek, bu kavimlerin medeniyet ve kültürlerine ev sahipliği yaptığı bilinmektedir.
“Iğdır” Adının
Kaynağı :
Iğdır'ın adı; 24 Oğuz
boyundan 21.si sayılan İç-Oğuzlar Üç-Ok
koluna mensup Oğuz Han'ın altı oğlundan biri olan Cengiz ALP'ın en büyük
oğlu “Iğdır Beğ” den gelmektedir. Bu boyun ilk başbuğu Iğdır Beğ'dir. Iğdır,
kelime olarak “iyi, büyük, ulu, ünlü,
yiğit başkan ve bahadır” gibi manalara gelmektedir.
Iğdır Beğ, dört kardeşin
en büyüğüdür. Kabilesi Aras havzası ve Azerbaycan bölgelerine yerleşmiştir.
Bunun en büyük delili, Yıldırım Beyazıt'ın 1402 'de yapılan Ankara Savaşında
Timur'a yenilmesine sevinen Hiristiyan aleminin, tebrik için Timur'a bir çok elçi
göndermeleridir. Bu elçilerden biri olan İspanyol Klaviyo'nun anlattığı gibi
Iğdır Korganı bugün Ağrı Dağı eteklerinde halen harabe halinde bulunmaktadır.
Klaviyo, buraya “kayalık üzerinde duran bir kal'a” diyerek, adının da “Iğdır”
olduğunu belirtir.
Bölgede ilk yerleşimin Paleolitik ve Mezolitik devirlerden günümüze sürdüğü, yapılan arkeolojik araştırmalarla tespit edilmiştir.[1] Yörenin ilk yerleşik kavminin Hurriler olduğu tahmin edilmektedir. Çevrede yapılan yüzey araştırmalarında Erken Hurri Kültürü'ne ait birçok ize rastlanılmıştır.[2] Ağrı Dağı eteklerinde Orta Tunç Çağından başlayarak Orta Demir Çağına kadar kullanılmış olan nekropoller oldukça yoğundur.
Bu alanlarda sivil mimarî özellikleri gösteren ya da geniş yerleşimlere ait kalıntılara rastlanılmamasının nedeni, Iğdır Ovası dışında coğrafi özellikleri nedeniyle bölgede hâkim olan hayvancılık ve onun getirdiği pastoral yaşam olmalıdır. Tüm bölgede ilk Tunç Çağından sonra kesintiye uğrayan yerleşik yaşam Urartu Krallığı dönemine değin tekrar kurulamamış görünür. [3] Iğdır'da Urartulardan kalma çok sayıda kale ve eski yerleşim alanı bulunmaktadır. Bu yerleşimlerin başında tescilli olan Ağrı Dağı eteğindeki Korhan yaylası,[4] Merkez Asma Köyünde, Asma Köy Eski Yerleşim Alanı,[5] Melekli Beldesindeki Kültepe Höyüğü ve Yerleşim Alanı[6] ile Karakoyun İlçesindeki Karakoyun Kalesi ve Yerleşim Alanı[7] I.derecede arkeolojik sit alanı olarak koruma altındadır. Urartu Kralı Menua (M.Ö. 810-786) döneminde Karakoyunlu kalesi ve yerleşim alanı olan Luhiune şehrini alarak burada Menuahinili adında askeri ve ekonomik yönetim merkezi kurmuştur. Bu dönemde Aşağı ve Yukarı Karakoyun Kaleleri ile Kasımtığı Kalesi'nde sivil yerleşim oldukça geniş alanlara yayılmaktadır. [8]
Iğdır'a 5 km uzaklıkta Melekli Beldesinde bulunan Kültepe Höyüğü ve yerleşim alanı ise bölgede kazısı yapılan en önemli Urartu merkezidir.[9] Bölgenin, eski çağlarda Urartular'dan sonra, Kimmerler, Persler, Helenler, Selevkoslar, İskitler, Arsaklılar ve Romalılar tarafından iskân edildiği bilinir.[10]
VII-XIV. yüzyılları arsında bölge, İslam tarihçileri ve coğrafyacıları tarafında Ermeniye (İrminye) olarak adlandırılmaktadır. Müslümanların bölgeye akınları İkinci halife Ömer B. Hattab zamanında başlamıştır.[11] Bölge Abbasiler döneminde Erminiyye valileri tarafından yönetilmiştir. 862'de Ermeni Aşot b. Sinbad'ın bölgeye emir tayin edilmesiyle 1045'e kadar Ani merkezli Bagratuni Hanedanlığı kurulmuş oldu. Bizans İmparatoru Konstantin IX,1045'de Aniyi ele geçirerek Bagratuni Hanedanlığına son vermiştir. 1064'te Selçuklu hâkimiyetine giren bölgede Türk beylikleri kurulması, 1071'de Sultan Alparslan'ın Bizans zaferinden sonradır.[12]
Erminiyye eyaletinde kurulan ilk Türk beyliği Sökmen el-Kutbi tarafından 1100 de kurulmuş olan Ahlatşahlar veya Ermenşahlar'dır. Sökmenliler de denilen bu hanedanın Bölgedeki hâkimiyeti 1185'te son buldu ve 1210'da bölgeye Eyyübiler hükmetmeye başladı.[13] XI. yüzyıldan itibaren bölge (Pasiniler aşağısındaki bütün Aras boyu ile Kağızman Deresi, Sürmeli Çukuru ve Aras solundaki Serdarabat Ovası'na kadar yayılan alan) yönetim merkezi Eyyübilere tabi Sürmeli Emiri Şerafeddin Ejder ile oğlu Hüsameddin Hızır idaresindeki Karakale idi.[14] Bu dönem ipek yolu güzergâhında yaptırıldığı bilinen Harmandöven Köyündeki Iğdır Kervansarayı, XIII. yüzyılın sonlarında Anadolu Selçuklu Devletinin yaptırmış olduğu son abidevi eserlerinden biridir. Iğdır Kervansarayı plan olarak aynı tarihlerde yapılan Elazığ Çemişgezek yakınlarındaki İbrahim Şah Hanı'na benzemektedir.[15]
Iğdır Ovası'nın içinde bulunduğu Sa'd Çukur'u ve çevresi 1238-1256 yılları arasında Çingizliler'in, 1256-1355 yılları arasında İlhanlılar'ın elinde bulunmuş, 1357 yılında Celayirliler'in ve 1379'da Karakoyunlular'ın yönetimine geçmiştir.[16]
Bu dönem yerleşimlerinden, Ağrı Dağı eteklerindeki Korhan'da bulunan Iğdır Kalesi önemli bir yerleşim merkezi olarak görülmektedir. 1394 yılında Timur, bu kaleyi alarak, kalenin bütün kapılarını yıktırmış ve bu kaleye bir daha kapı yapılmamasını emretmiştir.[17]
Iğdır'ın ilk kasaba (şehir) olarak kuruluşu Karakoyunlular çağındadır. En parlak ve bol gelirli dönemi ise 1469'da Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan dönemidir. Bu dönemde büyük kanallar, bağ ve bahçeliklerle Iğdır mamur hale gelmiştir.[18]
1501'de Safavi yönetimine geçen Iğdır'ın Osmanlı İmparatorluğu ile ilgisi 1514'te Yavuz Sultan Selim'in Çaldıran Savaşıyla başlar. 1534'te Kanuni Sultan Süleyman'ın İran seferiyle Osmanlı egemenliğine giren Iğdır, bu dönemden sonra İran ve Osmanlı arasında sık sık el değiştirmiştir. 1639'da Kasr-ı Şirin Antlaşması'yla Sahat Çukuru'nda bulunan Revan ve çevresi Safavi hâkimiyetine girdi. Osmanlı İmparatorluğu 1718–1730 yılları arasında Lale Devri'ni yaşarken İran'da mezhep çatışmaları yaşanıyordu. Bu kargaşadan faydalanıp Revan'ı ele geçirmek isteyen Osmanlılar, 1724'te Revan ve çevresini yeniden egemenliği altına aldı. Kendini toparlayan Safavi Devleti Osmanlı'ya savaş açarak 1746'da Iğdır ve çevresini İstanbul Antlaşması'yla topraklarına geri kattı. Bu barıştan 1 sene sonra Nadir Şah'ın öldürülmesiyle Aras boylarında bağımsız hanlıklar kuruldu.[19]
Iğdır Erivan hanlığına bağlı olarak İran'ın elinde iken 1826-28 İran-Rus savaşı sonucunda imzalanan Türkmençay Antlaşmasıyla Rusya'ya verilmişti ve önce Ermeni Oblastı'na, 1849'dan beri de Erivan guberniyasına dahil idi.[20] Rus imparatorluğunda askeri valilerin yönettiği illere (vilayetlere) 'oblast', öteki normal vilayetler ise 'gubreniya' denirdi.[21]
1919-20'de Ermenilerin eline geçen Iğdır ile Kulp'un (Tuzluca), Kars'ın iki ilçesi haline getirilmesi Ermenilerle yapılan 1920'deki Gümrü Antlaşmasından sonradır.[22]
Ermeniler, bölgede bir Ermenistan Devleti kurmak için akla gelmedik işkence ve katliam yaparak bölgedeki Türk nüfusunu yok etmeye başlamışlardır. Bu katliamlardan günümüze birçok toplu mezar kalmıştır. 1986 yılında Prof.Dr. Enver KONUKÇU başkanlığındaki bir ekip merkez ilçeye bağlı Oba Köyü'nde bulunan bir toplu mezarı açarak Türk ve Dünya kamuoyuna göstermiştir. Daha sonraları Hakmehmet Köyü ile Gedikli Köylerindeki toplu mezarlar da açılmış, yetkililer tarafından tescil edilerek kamuoyuna sunulmuştur.
Oba köyü'nde olduğu gibi Küllük, Hakmehmet, Kadıkışlak gibi köylerde de toplu mezarların olduğu olayların canlı şahitleri tarafından yıllardan beridir anlatılmaktadır. Nihayet, 14 Kasım 1920 tarihinde 15. Kolordu Komutanı Kazım KARABEKİR komutasındaki kahraman Türk ordusunca, Ermenilerin Aras Nehrinin kuzeyine püskürtülmesiyle Iğdır ve çevresi kesin olarak Türkiye topraklarının ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir.
1924 yılında ülke yönetimi yeniden yapılandırılırken, Beyazıt Vilayeti'ne bağlı bir nahiye, 1934 yılında Kars'a bağlı bir ilçe olan Iğdır, 1992 yılında Kars'tan ayrılarak İl olmuştur. Nitekim bölgede 14 Kasım tarihleri İlin düşman işgalinden kurtuluşunun yıl dönümü olarak her yıl törenlerle kutlanmaktadır.

gazi mustafa kemal atatürk

yusuf


Mustafa Kemal ATATÜRK kimdir, Asker, devlet adamı, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu, ilk Cumhurbaşkanı, 1881 yılında Selânik'te Kocakasım Mahallesi, Islâhhâne Caddesi'ndeki üç katlı pembe bir evde doğdu.
Babası Selanik ilkokulu öğretmenlerinden Kırmızı Hafız sanıyla anılan Ahmet Efendi'nin oğlu Ali Rıza Efendi, annesi Sarıgüllü Hacı Sofu ailesinden Feyzullah Efendi'nin kızı Zübeyde Hanım'dır. Ali Rıza Efendi Selanik Evkaf katipliğinde ve gümrük memurluğunda bulunmuş, 1871 yılında Zübeyde Hanım'la evlenmiştir. 1876'da Selanik Asâkir-i Milliye taburunda birinci mülazım olarak görev alan Ali Rıza Efendi daha sonra kerestecilik ile uğraşarak serbest ticaret yapmıştır.

Atatürk'ün Kökenleri
Cumhuriyetimizin kurucusu, kahraman asker ve büyük devlet adamı Atatürk'ün kökenleri Karaman Beyliği'ne uzanmaktadır. Babasının ailesi, Anadolu'nun Türkleşmesinde önemli rol oynamış olan “Kızıl-Oğuz” ya da “Kocacık Yörükleri” denilen Türkmenlerden geliyordu. Fatih Sultan Mehmed'in padişahlığı döneminde parçalanan Karaman Beyliği'nin Yörük aşiretlerindendiler ve Karaman'ın Taşkale Köyü'nden Rumeli'ye göç ettirilmişlerdi. Atatürk'ün büyük dedesi olan Kırmızı Hafız Efendi, anne tarafından “Gulalar” baba tarafındansa “Pınarlar” olarak anılan ailelerin mensubuydu. 1850 yılında, Hafız Ahmet Efendi kardeşi Hafız Mehmet Emin'le birlikte ticaret amacıyla Manastır şehrine gelmiş, daha sonra da Selanik'e yerleşmişti.
Atatürk'ün anne tarafının kökenleriyse, Orta Anadolu'dan getirilerek Batı Makedonya'nın Sarıgöl Bucağı'na yerleştirilen, daha sonra Selanik'in Lankaza(Lagaza) bölgesine göç eden ve “Evlad-ı Fatihan” olarak anılan yörüklere uzanıyordu. Atatürk'ün büyükannesinin adı Ayşe, dedesi ise Sofi-Zade Feyzullah efendiydi, Hasan ve Hüseyin isimlerinde iki çocukları vardı. Zübeyde Hanım'a döneminde kadınların okula gitmesi yaygın olmadığı için, okuryazar oluşu nedeniyle Zübeyde Molla deniliyordu.
Atatürk'ün babası Ali Rıza Bey, Manastır vilayetinin Debre-i Bala sancağına bağlı Kocacık nahiyesinde doğdu. Ali Rıza Bey, bir süre Selanik Evkaf kâtipliğinde bulunmuş, 1876 yılında Selanik Asakir-i Milliye Taburu'nda birinci mülazım olarak görev almış, 1877'deki Osmanlı-Rus Harbi'nde de savaşmış ve sonraları ticaret hayatına atılmıştı. Gümrük Muhafaza Teşkilatı'nda memurluk yaparken Zübeyde Hanım'la 1871 yılında evlenmelerine müteakip ilk çocukları Fatma dünyaya geldi. Ardından Ahmet (1874), Ömer (1875), Mustafa (Kemal Atatürk) (1881), Makbule (Boysan, Atadan) (1885) ve Naciye (1889) isimlerinde beş çocukları daha oldu. Ancak Fatma dört, Ahmet dokuz, Ömer ise henüz sekiz yaşlarındayken, o dönemde Rumeli'yi kasıp kavuran kuşpalazı (difteri) salgınından hayatlarını kaybettiler.

(Yüzbaşı Bakir Tosun'un Tarihte Bozkır ve Çevresi Yelbeği adlı çalışmasında, Atatürk'ün soy ağacı hakkında detaylı bilgilere yer verilmiştir.)
Atatürk'ün Doğumu
Mustafa Kemal ATATÜRK, 1881 yılında, Selanik'in Koca Kasım Paşa Mahallesi, Islahhane Caddesi üzerinde bulunan evde dünyaya geldi. Ali Rıza Bey, çocukken kazayla beşikten düşürüp ölümüne yol açtığı ve hiç unutmadığı kardeşinin ismini yeni doğan oğluna verdi: Mustafa.

Sarı saçlı, mavi gözlü bir bebek olan Mustafa, Rumi takvime göre 1296 yılında dünyaya geldiyse de, doğduğu ay ve gün hakkında kesin bir bilgi yoktu. Ancak kayıtlarda yer alan bilgilere göre Zübeyde Hanım oğlunu “Erbain Soğukları” sırasında doğurduğunu ve aklında kalan tarihin 23 Aralık olduğunu belirtmişti. Bu tarih takvim farkı dolayısıyla 4 Ocak 1881'i göstermektedir.
Selanik arşiv belgelerinden edinilen bilgilere göre, Atatürk'ün doğduğu ve şu anda müze olan ev, 1870 yılından önce Rodoslu hoca Hacı Mehmed tarafından yaptırılmış, önce İbrahim Zühdü, daha sonra da Abdullah Ağa ve eşi Ümmü Gülsüm'e satılmıştı.
Ali Rıza Bey, babasının Subaşı Mahallesi'ndeki evinde eşi Zübeyde Hanım ve çocuklarıyla birlikte 1878 yılına kadar ikamet etmiş, daha sonra Atatürk'ün doğacağı evi kiralayıp yerleşmişti.
1880 yılında belalısı bir Rum eşkıya tarafından kaçırılan Ali Rıza Bey'in hayatından ümit kesildi. Sonradan yüksek bir haraç ödeyerek kurtuldu.

Atatürk'ün doğduğu ev, etrafı yüksek duvarlarla çevrili, harem ve selamlığı olan üç katlı, klasik bir evdi. Dönemin belgelerine göre, bir bab fekani oda, bir divanhane, bir tahtessema, iki bab tahtani oda, bir çeşme ve avludan oluşuyordu. Dış yüzeyi pembe boyalı olup, alt pencerelerine emir, üst pencerelerine de ahşap kafesler yapılmıştı. Atatürk evin ikinci katındaki sol tarafa düşen ocaklı odada dünyaya gelmişti.
29 Ekim 1933'te, Cumhuriyet'in Onuncu Yıl Dönümü dolayısıyla, Selanik Belediyesi, Türk-Yunan dostluğu ve Balkan Konferansı'nın bir hatırası olarak, Atatürk'ün doğduğu evin çift kanatlı kapısının sağ köşesine mermer bir plaka yerleştirdi. Plakanın üzerinde Türkçe, Elence ve Fransızca olarak şu ifade yer aldı:
“Türk milletinin büyük müceddidi ve Balkan ittihadının müzahiri GAZİ MUSTAFA-KEMAL burada dünyaya gelmiştir. İş bu levha Türkiye Cumhuriyetinin onuncu yıldönümü münasebetiyle konulmuştur.”
Atatürk'ün doğduğu ev bugün Selanik'in Aya Dimitriya Mahallesi'ndeki Apostolu Pavlu Caddesi üzerinde 75 numaradadır, bitişiğinde Türk Konsolosluğu vardır.
Atatürk'ün Çocukluğu ve Eğitimi
Atatürk mütevazı bir aileden geliyordu. Onun bu özelliğinin ileride halkın nabzını tutmasını bilmesinde, halkın eğilimlerini sezmesinde büyük faydası olacaktı. Yakınları onun bir halk çocuğu olmakla övündüğünü ifade etmişlerdi.
Atatürk 4 yaşındayken kız kardeşi Makbule Boysan Atadan dünyaya geldi. Diğer kardeşlerini çocuk yaştaki ölümleri nedeniyle hiç tanıyamayan Atatürk'ün çocukluk yıllarına dair kayıtlarda yer alan bilgiler sınırlıdır.
Atatürk, okul çağına geldiğinde, eğitimi konusunda annesiyle babası arasında görüş ayrılığı belirdi. Geleneklere bağlı olan ve Hacı Sofi gibi dinine bağlı bir aileden gelen Zübeyde Hanım, eğitim sisteminin karışık olduğu bu dönemde, Atatürk'ün dini eksende eğitim veren Mahalle Mektebi'ne gitmesinde ısrarcı davranıyordu. Aydın görüşlü olan Ali Rıza Bey'in tercihi ise yeni açılan ve döneme göre oldukça modern bir anlayışla kurulan Şemsi Efendi İlkokulu'ndan yanaydı. Zira okulun kurucusu olan ve okula kendi ismini veren Şemsi Efendi, okulunda ezbercilik yerine katif metodu uygulatıyordu, ayrıca okulun kız bölümünü de açmış olan aydın bir eğitimciydi. 1873 yılında Selanik'te valilik görevine başlayan Mithat Paşa, başarılarından dolayı Şemsi Efendi'ye padişah nişanı vermişti.
Ali Rıza Bey'in önerisiyle okul konusundaki ikilem çözümlendi. Buna göre Atatürk, önce ilâhîlerle ve dinî bir törenle mahalle okuluna başlayacak, birkaç gün sonra da Şemsi Efendi okuluna geçecekti. Şemsi Efendi Okulu'nda dönemin mahalle okullarından farklı olarak yeni öğretim metotları uygulanmakta ve kara tahta, tebeşir, silgi, öğretmen masası, okumayı kolaylaştıracak levhalar gibi yeni araçlar kullanılmaktaydı. Atatürk'ün pedagojik esaslara göre eğitim veren bu okulda öğrenim görmesi gelişmesinde oldukça etkili oldu. Zekâsı ve üstün yetenekleri ile kısa zamanda arkadaşlarının ve öğretmenlerinin sevgisini kazanan Atatürk, matematikteki üstün başarısıyla da dikkat çekiyordu.

Bu arada gümrük memurluğunu bırakan, kereste ve ardından da tuz işine giren Ali Rıza Bey, Rum eşkıyalar ve tuzların erimesi nedeniyle ticaret hayatından çekilmişti. Memuriyete tekrar giremeyen Ali Rıza Bey bir süre sonra hastalandı ve 1888'de hayatını kaybetti. Babası öldüğünde Atatürk 7 yaşında, kız kardeşi Makbule ise henüz 3 yaşındaydı.
Babasının ölümü üzerine okuldan ayrılmak zorunda kalan Atatürk ve ailesini zor günler bekliyordu. Eşini kaybettiğinde kızı Naciye'ye hamile olan Zübeyde Hanım, 1890'ta doğum yaptı. Maddî durumu yetersiz olan Zübeyde Hanım çocuklarını alarak Langaza'da tarım işiyle uğraşan ağabeyi Hüseyin Ağa'nın çiftliğine yerleşti. 1901 yılında Atatürk'ün kız kardeşi Naciye, verem hastalığına yakalanıp hayatını kaybetti. Babasını ve kısa bir süre sonra kız kardeşini kaybetmenin derin üzüntüsünü yaşayan Atatürk'ün, dayısının çiftliğinde ailenin erkeği olarak aldığı sorumluluklar artmıştı. Çiftlikte geçen bu dönemde Atatürk doğayla iç içe oldu, dayısına işlerinde yardımcı olduğu için el becerileri arttı. Ancak Zübeyde Hanım oğlunun öğreniminin yarım kalmasından üzüntü duyuyordu. Onun caminin imamından ve özel öğretmenden aldığı eğitim yetersiz kalınca Zübeyde Hanım Atatürk'ü, iyi bir eğitim görmesini sağlamak için halasının yanına, Selanik'e gönderdi.
Bu arada abisine daha fazla yük olmak istemeyen ve aldığı küçük emekli aylığı ile geçinmekte zorluk çeken Zübeyde Hanım, Selanik Gümrükler Başmüdürü Ragıp Bey ile evlendi. Ragıp Bey'in önceki evliliğinden dört çocuğu vardı. Bu evlilik, babasının hatırasına saygı gösterilmediğini düşünen Atatürk'ü kızdırmıştı. Annesinin ikinci kez evlenmesini içine sindiremeyen Atatürk, uzun süre annesini aramadı. Ancak bu düş kırıklığı onun çalışma azmini arttırdı. Zira küçük yaşta babasını kaybetmesi de onun kendi ayakları üstünde durma gücünü kazanmasını ve hayatta başarılı bir şekilde mücadele etmesini sağladı. Prof. Dr. Şerafettin Turan'ın Mustafa Kemal ATATÜRK biyografisinde konuyla ilgili olarak şu bilgilere yer verilmişti:
Selanik Askeri Rüştiyesi
Selanik'teki halasının yanına taşındıktan sonra Mülkiye İdadisi'ne kaydolan Atatürk, bu okulda Arapça öğretmenliği yapan Kaymak Hafız'dan sopa ile dayak yiyince, zaten orada okumasını istemeyen büyükannesi onu derhal okuldan aldırdı. O dönemde okul formasını çok beğendiği komşularının oğlu Askeri Rüştiye'ye gidiyordu. Ona özenen Atatürk, asker olmasını istemeyen annesinin karşı çıkmasına rağmen, gizlice, Selanik Askeri Rüştiyesi'nin sınavına girdi. Sınavı kazandığı haberini alan Atatürk 1893'te yine gizlice bu okula kaydını yaptırdı. Selanik Askeri Rüştiyesi'nde, oldukça başarılı olan Atatürk sınıf başkanıydı ve üstün zekâsıyla matematik öğretmeni Yüzbaşı Mustafa Efendi'nin de dikkatini çekiyordu. Genç öğrencisinin yeteneklerinden oldukça etkilenen Yüzbaşı Mustafa Efendi onu benzersiz kılmak için adına “Bilgi ve erdem bakımından olgunluk ve eksiksizlik” anlamına gelen Kemal ismini ekledi. Genç Mustafa, o günden sonra Mustafa Kemal olmuştu. Atatürk, Selanik Askeri Rüştiyesi'ndeyken, matematik öğretmeni Yüzbaşı Mustafa Efendi'nin mazereti olduğu zamanlarda, onun yerine birçok kez dersi vermekle görevlendirilmişti. Zira büyük önder, bununla ilgili olarak daha sonra şunları söyleyecekti;
Türk Dil Kurumu Başuzmanı A.Dilaçar'ın, Atatürk'ün matematikteki üstün başarısıyla ilgili olarak 10 Kasım 1971 tarihli yazısında belirttiğine göre, Atatürk ölümünden bir buçuk yıl kadar önce, üçüncü Türk Dil Kurultayı'ndan (24–31 Ağustos 1936) hemen sonra 1936–1937 yılı kış aylarında kendi eliyle “Geometri” adlı bir kitap yazdı. Kitap, matematik öğretmenleri ve bu konuda kitap yazacaklara kılavuz olması amacıyla 1937 yılında Kültür Bakanlığı'nca yayınlanmıştı.
Atatürk, “Geometri” isimli yapıtında; Boyut, uzay, yüzey, düzey, çap, yarıçap, kesek kesit, yay, çember, teğet, açı, açıortay, içters açı, dışters açı, taban, eğik, kırık, çekül, yatay, düşey, yöndeş, konum, üçgen, dörtgen, beşgen, köşegen, eşkenar, ikizkenar, paralelkenar, yanal, yamuk, artı, eksi, çarp, bölü, eşit, toplam, oran, orantı, türev, alan, varsayım gibi geometri ve matematikle ilgili terimlerin isim babası oldu ve bu terimleri Türk matematik bilimine kazandırdı.

Daha sonra ünlü bilim tarihçisi Ord. Prof. Dr. Aydın Sayılı, Atatürk'ün “Geometri” kitabı için “Küçük fakat anıtsal bir yapıt” yorumunu yapacaktı. Yapıtında yer alan her tanımı, her kavramı tüm öğeleriyle eksiksiz ve açık biçimde anlatan Atatürk, bunları örneklerle de açıklamıştı. Atatürk'ün türettiği matematik terimlerinin ve yaptığı geometri tanımlarının hemen hemen tümü bugüne değin değişmeksizin kullanıla gelmiştir. O'nun türettiklerinden sadece birkaç terim sonradan küçük ölçüde değiştirilmiştir.
Atatürk, 1898'de Selanik Askeri Rüştiyesi'nden üstün başarıyla mezun oldu. Artık askerî idadide (lise) öğrenimine devam etmesi gereken Atatürk, Selanik'ten İstanbul'a gelmeyi düşünüyordu. Ancak sınav mümeyyizlerinden Hasan Bey'in tavsiyesiyle Manastır şehrindeki Manastır Askerî İdadisi'ne yazıldı.
Manastır Askerî İdadisi
Makedonya'nın en gelişmiş şehri olan Selânik'te, yeni fikirlere açık bir ortamda kendini geliştirme imkanı bulan Atatürk, renkli etnik yapısıyla farklı din ve ırkların bir arada yaşadığı bu şehirde büyük bir vizyon kazandı.
Manastır Askerî İdadisi'ndeki eğitimi sırasında, arkadaşlarından Ömer Naci, Atatürk'ün edebiyata ilgi duymasında rol oynadı. Şiir ve hitabet sanatıyla yakından ilgilenmeye başlayan Atatürk, Namık Kemal'den ve eserlerinden ciddi şekilde etkilendi. Kitabet öğretmeni Mehmet Asım Bey, Atatürk'ün şiir ve edebiyata olan eğilimini fark edip, onunla askerlik mesleğine yönelmesi gerektiğiyle ilgili konuştu. Ancak, Atatürk için hitabet her zaman çok önemli oldu, ayrıca yazma tutkusu da devam etti. Konuyla ilgili olarak daha sonra şunları söyleyecekti:
Fransızca öğretmeni Yüzbaşı Naküyiddin Yücekök Bey de Atatürk'le yakından ilgileniyordu. Zira Atatürk başarılı bir öğrencisiydi ve bir kurmay subayının mutlaka bir yabancı dil öğrenmesi gerektiğine inandığı için Fransızca derslerine büyük önem veriyordu. Ancak Fransızcası diğer derslerine göre zayıf olan Atatürk, bunu çözmek için tatil dönemlerinde gittiği Selanik'te College des Frères de la Salle'in özel kurslarına devam ederek lisanını geliştirdi. Yakın arkadaşı Fethi Okyar'ın da desteğiyle Fransız ihtilalinin öncüleri Voltaire, J.J. Rousseau gibi filozofları tanıdı, tarih ve siyaset konusundaki bilgisi arttı. O dönem ayrıca sonradan sürekli işbirliği yapacağı arkadaşları, Nuri Conker, Salih Bozok ve Fuat Bulca'yla da tanıştı. Atatürk'ü en çok etkileyen derslerden biri de tarihti. Zira tarih öğretmeni Kolağası Mehmet Tevfik Bey (5. Dönem Diyarbakır Milletvekili) geniş kapsamlı bir tarih vizyonu ile Atatürk'e yeni ufuklar açtı. İdadide başlayan tarih sevgisi hayatı boyunca devam etti.
Manastır Askerî İdadisi'ndeki eğitimi sırasında Atatürk'ü en çok etkileyen olay 1897 tarihli Türk-Yunan Savaşı olmuştu. Türk Ordusu'nun savaş meydanında parlak bir zafer kazanmasına rağmen barış masasında zararlı çıkmasına içerleyen Atatürk, coşkun bir vatan sevgisiyle dolmuştu. Bir arkadaşı ile gönüllü olarak savaşa katılmak için girişimde bulunsa da bu arzusunu gerçekleştirme imkânı bulamadı. Ancak sonsuz vatan sevgisiyle kabına sığmaz olan Atatürk'ün bu özelliği hayatı boyunca devam edecekti.
Manastır Askerî İdadisi'nin en parlak öğrencilerinden biri olan Atatürk, İdadideyken, bıkıp usanmaksızın çalıştı,kendisini son derece bilinçli olarak geleceğe hazırladı. Sonunda 1898 yılının kasım ayında bütün derslerden tam not alıp, 54 kişilik sınıfın ikincisi olarak, dereceyle okulunu bitirdi.

Okul sicilindeki bilgilere göre Atatürk, son derece yetenekli, ama kendisiyle kolayca samimi ilişkiler kurulması güç bir karaktere sahipti. İdadî öğrenimi boyunca, vatansever, kendini her konuda geliştiren, ilerleme tutkusuyla dolu, çalışkan, azimli, kendine güveni sonsuz, seçkin ve iyi giyinen bir öğrenci oldu. Dünyayı ve günceli sürekli olarak takip eden, çalışkanlığının yanında sosyal hayatta da oldukça başarılı olan Atatürk, dünyanın nimetlerinden faydalanan ama başarıya ulaşmak için de çok çalışan bir yapıdaydı.
İstanbul Harp Okulu ve Akademisi
Atatürk, İstanbul'a gelerek 13 Mart 1899'da Harp Okulu'ndaki eğitimine başladı. Apolet numarası 1283'tü. Okula başladıktan 2 ay sonra arkadaşları arasında sivrilerek sınıf çavuşu oldu. Burada yıllarca dost kalacağı arkadaşları Ali Fuat Cebesoy ve Asım Gündüz'le tanıştı.
Harp Okulu'ndaki birinci yılı gençlik hayalleri ve çok sevdiği İstanbul'un çarpıcı havası içinde geçiveren Atatürk, sınavlarını başarıyla vererek ikinci sınıfa başladı. İlk yıl, ağırlığı sosyal hayata vermesine rağmen oldukça başarılı olan Atatürk, İkinci ve üçüncü sınıflarda dersleriyle çok daha fazla ilgilenmeye başladı. Zira Harp Okulu'nda dereceye girmek oldukça önemliydi. Çünkü kurmay sınıfına ayrılmak okulda üstün başarı göstermekle mümkündü. Atatürk, 3. Sınıfta 459 öğrenci arasından 8. olarak dereceye girdi ve kurmaylığa hak kazandı. Sicil numarası 1317-P.8(1901-P.8)'di.
Mustafa Kemal 10 Ocak 1902'de teğmen rütbesi ile Harp Akademisi'nde öğrenimine başladı. Sınıfta topçu ve süvari okullarından gelenlerle birlikte 43 öğrenci vardı.
Mustafa Kemal Harp Akademisi'nde iken onun üstün niteliklerini ilk keşfeden Osman Nizami Paşa olacaktı. Paşa, Ali Fuat'ın babası İsmail Fazıl Paşa'nın evinde kendisini mahçubiyetle dinleyen Atatürk'le konuşup şunları söylemişti;
Gelecek günler Osman Nizami Paşa'nın görüşlerini haklı çıkaracaktı.
Harp Akademisi'nin öğretmenleri dil bilen, iyi yetişmiş ve seçkindiler. Akademideki sınıf arkadaşı Asım Gündüz'e göre, Atatürk Fransızcasını ilerletmek için Fransız bir bayandan ders aldı. Bu dönemde Paris'teki Jön Türk gazeteleri ile Fransızca gazetelerini getirtiyor ve arkadaşlarını etkilemeye çalışıyordu. Siyasal düşüncelerinin Harbiye Okulu'nda olgunlaşmaya başladığını söyleyen Atatürk, bir yandan öğreniminde başarılı olmak için sürekli çalışıyor bir yandan da ülkenin kaderine kafa yoruyordu. Zira ülkenin siyasetinde yanlışlar olduğunu fark etmişti. Ülkedeki yanlışlar hakkında herkesin bilgi sahibi olmasını isteyen Atatürk, Harp Okulunda başladıkları el yazısı ile gazete hazırlama işine geri döndü ve gazete çıkarmaya başladı. Gazete az kullanılan bir dershanede hazırlanıyor, elden ele dolaştırılıyordu. Konuyla ilgili olarak şunları dile getirdi;
Ancak bir süre sonra durum Mektepler Nazırı Zülüflü İsmail Paşa tarafından öğrenildi. Bu durumla ilgili bilgi alan akademi komutanı bir gün ansızın dershaneye bir baskın yaptı ve öğrencileri suçüstü yakaladı. Komutan konu hakkında takibat yapmayıp sert bir ihtarla yetindi. Fakat Atatürk ve arkadaşları faaliyetlerine ara vermediler. Bir ev tutarak gazeteyi çıkarmaya devam ettiler ancak bir muhbir tarafından ele verilerek tutuklandılar. Meslek hayatlarını söndürmeyen ancak birkaç ay hapiste kalmalarına neden olan olay sonrasında serbest bırakıldılar. Mustafa Kemal 11 Ocak 1905'te üç yıllık notlarının toplamına göre akademiyi beşinci olarak bitirdi.
Atatürk, Harp Akademisi yıllarını yabancı dilini geliştirerek, Namık Kemal'in düşüncelerini izleyip, bunları okul içinde yayarak geçirdi.
Askeri eğitimi boyunca yabancı dil, şiir, dans, hitabet gibi o dönemin askeri öğrencisi için pek de alışık olunmayan konularla ilgilendi.
İlk Askeri Tecrübeler
Atatürk ilk görevi için Şam'a gönderildi. 1905–1907 yılları arasında Şam'da 30.süvari alayında bölük komutanı olarak görev yapan Atatürk, 29. süvari alayında bölük komutanı olan arkadaşı Lütfi Ümit Bey'le ev tutup birlikte yaşamaya başladı. Kılıç Ali, o dönemle ilgili bir durumu daha sonra şu şekilde anlatacaktı;
Kılıç Ali'nin anlattığı bu önemli durum, Atatürk'ün rüşvete ne kadar karşı olduğunu, her daim dürüstlüğü ön planda tuttuğunu, haksızlığa gelemediğini ve kafasının ülkesinin geleceğinde olduğunu göstermekteydi. Rüşvet olayını namus meselesi olarak görmesinin ötesinde, bunu tarih ve gelecek bilinci içinde değerlendirmekteydi.
Atatürk ilk askeri tecrübesini yaptığı Şam'daki görevini 1907'de Kolağası (Kıdemli Yüzbaşı) olarak tamamladı. Daha sonra Manastır'da III. Ordu'ya atandı ve 19 Nisan 1909'da İstanbul'a giren Hareket Ordusu'nda Kurmay Başkan olarak görev aldı. 1910 yılında Fransa'ya gönderilen Atatürk, Picardie Manevraları'na katıldı.
Komutanlık Dönemi (1911 – 1919)
1911'de, İtalyanların Trablusgarp'a hücumu ile başlayan Trablusgarp Savaşı'nda, Atatürk bir grup arkadaşıyla birlikte Tobruk ve Derne bölgesinde görev aldı. 22 Aralık 1911'de İtalyanlara karşı Tobruk Savaşı'nı kazandıktan sonra 6 Mart 1912'de Derne Komutanlığı'na getirildi.
Ekim 1912'de Balkan Savaşı başlayınca Atatürk, Gelibolu ve Bolayır'daki birliklerle savaşa katıldı, Dimetoka ve Edirne'nin geri alınışında önemli hizmetler verdi. 1913 yılında Sofya Ateşe Militerliği'ne atandı ve 1914 yılında yarbaylığa yükseldi. Hayatının ilk aşkını Sofya'da bir Bulgar kızı ile yaşadığı söylenmekteydi.
1914'te Birinci Dünya Savaşı başlamıştı ve Osmanlı İmparatorluğu da savaşa girmek zorunda kalmıştı. Atatürk, 19. Tümen'i kurmak üzere Tekirdağ'da görevlendirildi. 18 Mart 1915'te Çanakkale Boğazı'nı geçmeye kalkan İngiliz ve Fransız donanması ağır kayıplar verince Gelibolu Yarımadası'na asker çıkarmaya karar verdiler. 25 Nisan 1915'te Arıburnu'na çıkan Liman Von Sanders yönetimindeki düşman kuvvetlerini, Atatürk'ün komuta ettiği 19. Tümen, Conkbayırı'nda durdurdu. Çanakkale'de kahramanca savaşan Atatürk, “Çanakkale geçilmez!” sözünün de doğduğu bu büyük askeri başarısıyla albaylığa yükseldi.
İngilizler 6–7 Ağustos 1915'te Arıburnu'nda tekrar taarruza geçmişlerdi. Anafartalar Grubu Komutanı Atatürk, 9–10 Ağustos'ta komuta ettiği ordusuyla Anafartalar Zaferi'ni kazandı. Bu zaferi 17 Ağustos'taki Kireçtepe ve 21 Ağustos'taki II. Anafartalar Zaferi takip etti.
Atatürk, Çanakkale Savaşları'ndan sonra 1916'da Edirne ve Diyarbakır'da görev aldı. 1 Nisan 1916'da tümgeneralliğe yükseldi ve Ruslarla savaşarak mus ve Bitlis'in geri alınmasını sağladı. Şam ve Halep'teki kısa süreli görevlerinden sonra 1917'de İstanbul'a giden Atatürk, Veliaht Vahdettin Efendi'yle Almanya'ya giderek cephede incelemelerde bulundu. Bu seyahatten sonra hastalanıp, Viyana'ya ve Karisbad'a giderek tedavi oldu. Atatürk, 15 Ağustos 1918'de Halep'e 7. Ordu Komutanı olarak geri döndü. Bu cephede İngiliz kuvvetlerine karşı kahramanca savaştı. Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasından bir gün sonra, 31 Ekim 1918'de Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığı'na getirildi ve daha sonra bu ordunun kaldırılması üzerine 13 Kasım 1918'de İstanbul'a gelip Harbiye Nezareti'nde (Bakanlığında) göreve başladı.
Kurtuluş Savaşı Yılları (1919 – 1923)
Mondros Mütarekesi'nden sonra İtilaf Devletleri'nin Anadolu'yu işgal etmeye başlamaları üzerine, Atatürk, 9. Ordu Müfettişi olarak 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktı. 22 Haziran 1919'da Amasya'da yayımladığı genelgeyle “Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararının kurtaracağını” ilan edip, Erzurum Kongresi ve Sivas Kongresi'ne başkanlık etti. 23 Temmuz – 7 Ağustos 1919 tarihleri arasında toplanan Erzurum Kongresi öncesinde, Osmanlı ordusunu bırakıp, Kuvayi Milliye lideri oldu. Kuvayi Milliye Arapça kökenli bir sözcüktü ve ulusal kurtuluş ordusu anlamına geliyordu. Atatürk'ün Kuvayi Milliye tanımı şu şekildeydi:
Kuvayi Milliye sırasında Atatürk kendisine ilk nüfus kaydını ve nüfus cüzdanını verecek olan Erzurum'un manevi hemşerisi seçildi. 4 – 11 Eylül 1919 tarihleri arasında da Sivas Kongresi'ni toplayarak vatanın kurtuluşu için izlenecek yolun belirlenmesi için çalıştı.
27 Aralık 1919'da Ankara'da heyecanla karşılanan Atatürk, 23 Nisan 1920'de “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir” diyerek Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni açtı. TBMM, ulusal kuvvetlerin tek merkezde toplanması ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması yolunda çok önemli bir adımdı. Erzurum Milletvekili olan Atatürk, Meclis ve Hükümet Başkanlığına seçildi ve Türkiye Büyük Millet Meclisi, Kurtuluş Savaşı'nın başarıyla sonuçlanması için gerekli yasaları kabul edip uygulamaya başladı.
15 Mayıs 1919'da Yunanlılar İzmir'i işgali etmişti. Türk kurtuluş mücadelesi bu işgal sırasında Hasan Tahsin tarafından düşmana ilk kurşunun atılmasıyla başladı. 10 Ağustos 1920 tarihinde Sevr Antlaşması'nı imzalayarak Osmanlı İmparatorluğu'nu aralarında paylaşan Birinci Dünya Savaşı'nın galip devletlerine karşı önce Kuvâ-yi Milliye adı verilen ulus güçleriyle savaşıldı. Ancak işgalci emperyalist devletlere karşı başarılı bir mücadele için düzenli bir ordu gerekiyordu. Türkiye Büyük Millet Meclisi düzenli orduyu kurarak Kuvâ-yi Milliye ve ordu bütünleşmesini sağladı. Savaş zaferle sonuçlandı.
Mustafa Kemal yönetimindeki Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın önemli aşamaları ise şöyleydi:
•Sarıkamış (20 Eylül 1920), Kars (30 Ekim 1920) ve Gümrü'nün (7 Kasım 1920) kurtarılışı
•Çukurova, Gaziantep, Kahramanmaraş ve Şanlıurfa savunmaları (1919– 1921)
•I. İnönü Zaferi (6 – 10 Ocak 1921)
•II. İnönü Zaferi (23 Mart – 1 Nisan 1921)
•Kütahya–Eskişehir Muharebeleri (10 – 24 Temmuz 1921)
•Sakarya Zaferi (23 Ağustos – 13 Eylül 1921)
•Büyük Taarruz, Başkomutanlık Meydan Muharebesi ve Takip Harekatı (26 Ağustos – 9 Eylül 1922)
Sakarya Zaferi'nden sonra 19 Eylül 1921'de Türkiye Büyük Millet Meclisi, Atatürk'e Mareşal rütbesini ve Gazi unvanını verdi. Kurtuluş Savaşı, 24 Temmuz 1923'te İsviçre'nin Lozan kentinde imzalanan Lozan Antlaşması'yla sona erdi. Bu anlaşma ile Sevr Antlaşması yürürlükten kalktı ve Türkiye Cumhuriyet'i Lozan Antlaşması temelleri üzerine kuruldu. New York Times Kurtuluş Savaşı'nı kazanmamız, bağımsızlığımıza kavuşmamız ve Lozan Antlaşması'nın başarısı üzerine şunları yazacaktı:
23 Nisan 1920'de Ankara'da TBMM'nin açılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması yönünde en büyük adım atılmıştı ve yeni Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu müjdelenmişti. Meclisin, Kurtuluş Savaşı'nı başarıyla yönetmesi, yeni Türk devletinin kuruluşunu hızlandırdı ve 1 Kasım 1922'de hilafet ve saltanat birbirinden ayrıldı. Ardından da önce saltanat ve daha sonra da hilafet (3 Mart 1924) kaldırıldı. Gazi Atatürk, Eylül 1923'te başlattığı kurtuluş mücadelesini siyasi harekete dönüştürdü ve Türkiye'nin ilk partisi olan daha sonradan adı Cumhuriyet Halk Partisi olacak Halk Fırkası'nı kurdu. 29 Ekim 1923'te Cumhuriyet (halk egemenliği) idaresi resmen kabul edildi ve Atatürk oybirliğiyle ilk cumhurbaşkanı seçildi. 30 Ekim 1923 tarihinde İsmet İnönü tarafından Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk hükümeti kuruldu.
Cumhurbaşkanlık Dönemi (1923–1938)
Türkiye'nin ilk Cumhurbaşkanı olan Atatürk, anayasa gereğince dört yılda bir yeniden yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde 1927, 1931, 1935 yıllarında olmak üzere üst üste toplam 3 kez TBMM tarafından cumhurbaşkanı seçildi.
Atatürk, 15–20 Ekim 1927 tarihleri arasında Kurtuluş Savaşı'nı ve Cumhuriyet'in kuruluşunu anlatan büyük yapıtı Nutuk'u (Söylev), 29 Ekim 1933 tarihinde de Onuncu Yıl Nutku'nu okudu. Nutuk, ulusal mücadelenin kimlere karşı, niçin ve nasıl verildiğini anlatıyordu ve mücadelenin Cumhuriyet kurulduktan sonraki aşamasında yapılması gerekenler konusunda da önemli bilgiler veriyordu. Türkiye için oldukça değerli olan bir konuşmaydı.
2587 sayılı kanunla 24 Kasım 1934 tarihinde ülke için yaptıkları, kazandığı zaferler ve Türklerin babası olması dolayısıyla Mustafa Kemal'e Atatürk soyadı verildi. Atatürk 1930'lu yıllarda eski Yunan başbakanı Venizelos tarafından Nobel Barış Ödülü'ne aday gösterildi.

Sinsi Hastalık Siroz
Milli çıkarlar ve devlet işlerinde son derece titiz olan, hiç bir mazeret kabul etmeyen Atatürk, çok çalıştığı için kendi sağlığına gerektiği kadar özen gösteremiyordu. Yaşayış tarzının sağlığına verebileceği zararlara karşı kayıtsızdı. Ülkesinin çıkarlarını her şeyin üstünde görüyordu. Geceleri çok geç yatmakta, önemli bir durum olduğunda günlerce uykusuz kalarak aralıksız çalışmaktaydı. Büyük Nutku dikte ettirirken çalışanlardan bayılanlar olduğu halde, o ara vermeden dikte ettirmeye devam etmişti. Okumaya meraklı olan Atatürk ilgi duyduğu bir kitabı ne kadar hacimli olursa olsun saatlerce okur, bitirmeden bırakmazdı. Ancak 1937 yılında sağlığıyla ilgili olarak olumsuzluklar ortaya çıkmaya başladı.
Atatürk genç yaştayken, Manastır Askerî İdadisinde öğrenim görürken ciddi bir sıtma hastalığı geçirmişti. Trablusgarp'a giderken attan düştüğü için İskenderiye'de tedavi gördüğü Salih Bozok'un anılarında dile getirilmişti. Derne savaşlarında ise gözünden yaralanmış ve Viyana'da tedavi görmüştü. Büyük Harp sırasında başlayan böbrek rahatsızlığı ise uzun süreler devam etmiş, 1918'de Avusturya'da Karlsbad kaplıcalarında tedavi görmüştü. Atatürk'ün Millî Mücadele yıllarında da böbrek sancılarının devam ettiği, Sakarya Savaşı öncesinde üç kaburga kemiğinin kırıldığı bilinmekteydi. 1924 ve 1927 yıllarında, Cumhurbaşkanlığı döneminde, kalp rahatsızlıkları geçirdiyse de gerekli tedaviler sonucunda sağlığına kavuşmuştu. 1936 yılında soğuk algınlığı sonucu ateşli bir akciğer rahatsızlığı geçirmesine rağmen, oldukça sağlıklı görünmeyi başaran Atatürk, savaşın, mücadelenin ve zor koşulların olumsuz etkilerine rağmen yıllara meydan okuyordu. Ancak bu zorlu süreçler onu çok yıpratmıştı. Dolayısıyla 1937 yılının başlarından itibaren Atatürk'ün sağlık durumu bozulmaya, rahatsızlıklar kendini göstermeye başlamıştı. Ancak Atatürk, bu belirtilere yeterince önem vermemiş, ülke çıkarlarını kendi sağlığından üstün tuttuğu için geçici tedbirlerle yetinmişti.
Atatürk'ün rahatsızlığına ilk teşhisi koyan Yalova Termal Kaplıcaları Müdürü Dr. Nihat Reşat Belger'di. 22 Ocak 1938'de Dr. Belger kendisini muayene ettiğinde karaciğer büyümesi ve sertleşmesi teşhisini koydu. Atatürk içkiyi sevdiği için karaciğeri büyük zarar görmüştü. Kesin tanı için özel doktoru Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp çağrıldı ancak İrdelp'in teşhisi de farklı olmadı. Atatürk siroz olmuştu ve tedavi için ciddi bir perhiz ve istirahat gerekliydi.
Atatürk bir kaç gün dinlendikten sonra 1 Şubat'ta Gemlik Suni İpek Fabrikası'nı, 2 Şubat'ta Merinos Fabrikasını açmak için Bursa'ya gitti. Fabrika açılışlarını yapıp, düzenlenen baloya katılan Atatürk, ertesi gün dolmabahce-sarayi'na döndüğünde bitkindi. Zatürreye yakalandı ancak on günlük bir tedaviden sonra sağlığına kavuştu.
25 Şubat 1938'de Ankara'da gerçekleşen Balkan Antantı toplantısına katıldı, Balkan devlet adamları ile uzun görüşmeler yaptı. Ancak tüm bu çabalar ve yoğunluk onu yormaya devam ediyordu. Hastalığının artması üzerine, 6 Mart 1938'de, Türk doktorları tarafından bir konsültasyon yapıldı ve Fransa'dan da tanınmış uzman Prof. Dr. Fiessinger davet edildi. 28 Mart 1938'de siroz teşhisini doğrulayan Fiessinger'in Atatürk'e :“Büyük kumandan büyük harpler yaptınız. Muzaffer oldunuz. Ama bu işin kumandanı da benim. Siz bana tâbi olacaksınız, bana yardım edeceksiniz” dediği söylenmekteydi. Fiessinger'in ifadesini beğenen Atatürk, onun tavsiyelerine uymaya çalıştı.
Hükümet ilk defa 30 Mart 1938'de, Cumhurbaşkanı Atatürk'ün hastalığı ile ilgili resmî bir bildiri yayınladı. Bildiride, Fiessinger'in muayenesi sonucunda Atatürk'ün sağlığında endişe edilecek bir durum olmadığı ifadesi yer alıyordu.
Ancak Atatürk, Cumhurbaşkanlığı görevini aksatmadan yürütmek ve özellikle Hatay sorununu sonuçlandırmak kararındaydı. Çünkü Fransa'nın Hatay meselesi konusundaki aldırmaz tutumundan rahatsız oluyordu. Türkiye'nin bu konudaki kesin kararlılığını göstermek için 20 Mayıs'ta Mersin'de askerî birliklerin geçit töreninde bulunup, 24 Mayıs'ta Adana'daki askerî birlikleri denetledi ancak Ankara'ya döndüğünde bitkindi. Ankara'da sadece bir gün kaldıktan sonra 26 Mayıs'ta İstanbul'a hareket etti. Bu yolculuktan sonra ulu önder Ankara'yı bir daha göremeyecekti. Deniz havasının kendisine iyi geleceği ümit edilmekteydi ve hem devlet başkanlarını orda ağırlaması hem de dinlenmesi amacıyla Savarona yatı alındı. Dünya liderlerini ağırladığı Ertuğrul isimli yat eskiyince Cumhurbaşkanlık için yeni bir yat araştırması yaptırmıştı. Değerlendirme sonrasında, Brooklyn Köprüsü'nü inşa eden mühendis John Roebling'in kızı Emily Roebling Cadwallader tarafından hizmete sokulan Savarona isimli yat satın alındı. Yat bazı döşemeleri yenilendikten sonra Atatürk'ün ölümcül hasta olduğu dönemde İstanbul'a geldi. Atatürk, Savarona'da geçirdiği altı hafta boyunca kabine toplantıları düzenledi, Romanya Kralı Carol da dâhil olmak üzere önemli konukları ve devlet başkanlarını ağırladı.
29 Mayıs'ta yapılan muayene sonucu karnında su toplanmaya başladığı görülen Atatürk, 1 Haziran'da Savarona yatına yerleşmiş 25 Temmuz 1938'e kadar orada kalmıştı. Ancak geminin içi yaz sıcağında kavrulmakta olduğu için, Atatürk rahatsızlandı ve 8 Temmuz'da Prof. Fiessinger 2. defa İstanbul'a geldi. Gerekli uyarılarda bulunan Fiessinger'ın mutlak istirahat önerisine rağmen, Atatürk, 9 Temmuz'da Savarona'da Bakanlar Kuruluna saatlerce başkanlık etti. Fiessinger 16 Temmuz'da 3. defa İstanbul'a gelerek, Atatürk'ün durumunun hassaslaşmakta olduğunu gördü ve Atatürk, 24/25 Temmuz gecesi Dolmabahçe sarayına nakledildi.
Hastalığına rağmen, Atatürk, dolmabahce-sarayi'nda Başbakanını, Bakanlarını, elçileri ve komutanları kabul ediyor ve ülke meselelerini sürekli olarak izliyordu. 3 Eylül 1938'de Hatay Devleti'nin kuruluşunu “Türkiye Cumhuriyet'inin bir başarısı olarak” coşkuyla kutladı. Sağlığı gittikçe bozulan Atatürk, 5 Eylül'de vasiyetini yazdı. 6 Eylül'de Prof. Fiessinger dördüncü defa İstanbul'a gelerek, Atatürk'ün karnında toplanan suyu alarak onu rahatlattı. 11 Eylül'de düzenlenen raporda kesin istirahat öngörüldü. Buna göre ziyaretler sınırlı tutulacak ve yatakta dinlenilecekti.
Sonraki günlerde karında asit toplanması ilerledi, genel durumda yorgunluk ve takatsizlik vardı. Ancak sinsi hastalık ilerlemekteydi.
16 Ekim akşamı gelen ilk ağır koma 19 Ekim'e kadar sürdü. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği, 23 Ekim gününe kadar sabah ve akşam günde iki defa sağlık durumunu belirten bildiriler yayınladı.
20 Ekim'de koma durumundan kurtulan Atatürk, eseri olan Cumhuriyetin 15. yıldönümü törenlerine katılmak ve halkıyla bütünleşmek için Ankara'ya gitmek istiyordu. Ancak bu gerçekleşmedi. 29 Ekim'de bağrından çıktığı orduya bir mesajla seslenen Atatürk şunları söyledi:
1 Kasım 1938'de TBMM toplantısının açılış konuşmasını Atatürk'ün yerine Celal Bayar okudu ve Atatürk yakınlarıyla en son
6 Kasım tarihinde görüştü. 7 Kasım'da karnına 3. defa ponksiyon yapılarak su alındıktan sonra 8 Kasım'da Atatürk tekrar ağır bir komaya girdi. Saat 19 dolaylarında başlayan koma gittikçe ağırlaştı. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği 9 Kasım 1938'de saat 24'de yayınladığı bildiride “Umumî durumunun tehlikeli bir hal aldığı” nı vurguladı.
10 Kasım Perşembe günü tüm Türkiye Cumhuriyeti ve dünya tarifsiz bir yasa boğuldu. Sevgili Atatürk, kendisini tedavi etmeye çabalayan hekimlerinin gözyaşları arasında, saat 9.05'te hayata veda etti.
Hükümet acı haberi Türk halkına bir bildiri ile duyurdu:
Haber yurt içinde çok büyük üzüntü yarattı ve dünyada geniş yankılara yol açtı. Türkiye'nin millî kahramanının tabutu, 16 Kasım'da Dolmabahçe Sarayı'nda hazırlanan katafalka konularak halkın ziyaretine açıldı. Sonsuz acılar içinde kıvranan halk, kurtarıcısı olan Atasına saygısını, bir insan seli oluşturarak hıçkırıklar ve gözyaşlarıyla dile getirdi.
19 Kasım'da kılınan cenaze namazından sonra Ulu Önder Atatürk'ün tabutu 12 general tarafından top arabasına alınarak önce Zafer torpidosuna sonra Yavuz zırhlısına aktarıldı. Atatürk'ün naaşını 101 tane top atışı ile selâmlayan Yavuz, şerefli emanetini İzmit'te özel trene aktardı. Yol boyunca halkın gözyaşlarıyla uğurladığı tren, 20 Kasım günü Ankara garında yeni Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve hükümet erkânı tarafından karşılandı. Ankara, kaderini değiştiren ebedî şefini, 101 tane top atışıyla selâmladı. Ardından Atatürk'ün tabutu TBMM'de hazırlanan katafalka konuldu. Silâh arkadaşları, general, subay ve askerlerin tazim nöbeti tuttukları katafalkın önünden başta Cumhurbaşkanı olmak üzere, Ankaralılar saygıyla geçtiler. Atatürk'ün naaşı 21 Kasım'da düzenlenen görkemli bir törenle, Etnografya Müzesi'nde hazırlanan, geçici kabirine yerleştirildi. Törende görülen manzara çarpıcıydı. Çünkü Atatürk tüm düşmanlarına karşı milli bağımsızlık bayrağını dalgalandırmış, sömürgecilere karşı savaşmış, esir milletlerin ümidi haline gelmişti. Şimdi ise, millî bağımsızlığın ve çağdaşlaşmanın sembolü olan ulu önderin arkasında dünyanın dört bir tarafından gelen temsilciler yer almışlardı. Tüm dünya ona büyük saygı duyuyordu. Bunlar arasında faşistler, demokratlar, Naziler, radikal İslamcılar da vardı ve herkes yan yana saygı yürüyüşüne katılmıştı. Türk halkı ise sonu gelmez acılar içinde kıvranarak Atasını uğurluyordu.
Türk halkının bu derin acısını, ebedi Şefine olan minnet ve bağlılığını, 11 Kasım'da oy birliği ile Cumhurbaşkanı seçilen İsmet İnönü, 21 Kasım 1938 tarihli bir bildiri ile dile getirmişti:
Atatürk' ün naaşı Anıtkabir yapılıncaya dek on beş sene bu geçici kabirde kaldı ve 10 Kasım 1953' te büyük bir merasimle, ebedi istirahat yeri olan Anıtkabir' e nakledildi.
O, Türk' ün tarihinde ve gönlünde ebediyen yaşayacaktır, ölümsüzdür. O bir kumandan olarak birçok savaş kazanmış, bir lider
olarak kitleleri etkilemiş, bir devlet adamı olarak başarılı bir yönetim
sergilemiş ve nihayet bir devrimci olarak bir toplumun sosyal, kültürel,
ekonomik, politik ve hukuki yapısını kökten değiştirmeyi başarmış; dünya tarihindeki
en üstün şahsiyetlerden birisi olmuştur. Tarih onu Türk ulusunun en şerefli evlatları ve
insanlığın en büyük liderleri arasında sayacaktır.
Atatürk'ün Kişiliği
Ulu önderimiz ve hayatı hakkında bugüne kadar sayısız eser ve biyografi kaleme alındı. Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu, kahraman asker ve büyük devlet adamı Atatürk, cephedeki ve ülke yönetimindeki üstün başarıları dışında, insani vasıflarıyla da birçok eserde yer aldı. Gerek Türkiye gerekse tüm dünya milletleri için çok büyük bir kahraman, eşsiz bir siyasi deha olan Atatürk, hayatı boyunca sevilen, üstün özellikleriyle takdir gören bir insan oldu.
Tevazusu, hoşgörüsü, barışçı ve uzlaşmacı kişiliğiyle girdiği tüm sosyal topluluklarda öne çıkan Atatürk'ü yakın çevresindekiler, akılcı ve sağduyulu yapısı, milli ahlak anlayışı, dinine karşı olan hassasiyeti, giyim kuşamına, temizlik ve bakımına, sanat ve estetiğe, sofra adabına verdiği önemle tanıdılar.
Onu benzersiz kılan özellikleriyle ilgili yapılan yorumlar, yazılan öyküler ve anılar hep birlikte onun “Karizmatik” kişiliğinin parçalarını oluşturuyordu.
Gerektiğinde adeta yemeyen, içmeyen ve uyumayan Atatürk, bu özelliğinin en tipik örneğini Kurtuluş Savaşı döneminde ve Büyük Nutuk'u yazarken gösterdi. Geceleri uyumaktan hoşlanmadığı için, sürekli olarak okuyan Atatürk için Mahmut Esat Bozkurt
“Türk Milleti'nin gece bekçisi” ifadesini kullanmıştı.
Herkeste kolay bulunmayan bir irade gücüne sahip olan Atatürk, çok çalışkan olduğu kadar eğlenmeyi ve içmeyi de iyi biliyordu. Ancak görev aşkını ve sorumluluğunu alışkanlıklarının ve keyfinin üstünde tuttuğu için Büyük Nutuk'u yazdığı dönemde 3 ay boyunca hiç içmemişti. Bu konuda kendisine uzun seneler hizmet etmiş olan Cemal Granda Çelebi şunları söylüyordu:
Atatürk oldukça ileri görüşlüydü. Türkiye ve dünyaya dair yargılarında hiç yanılmadı. Birinci Dünya Savaşı'nı kaybedeceğimiz, İkinci Dünya Savaşı'nın çıkacağı, Kral Edward'ın Madam Simpson için tahtından ayrılacağı, Mussolini'nin halkı tarafından linç edileceği, Majino Hattı'nın aslında bir Nasreddin Hoca türbesi niteliği taşıdığı hep doğru tahmin ettiği olaylardı. Özellikle uluslar arası ilişkilerde belirgin hale gelen bu ileri görüşlülük Gladys Baker'in Amerika'yla ilgili Atatürk'e sorduğu sorunun cevabında iyice netlik kazanıyordu:
Atatürk insanları iyi tanıyor, kimi nerede ve nasıl görevlendireceğini de çok iyi biliyordu. Lozan Konferansı'na Rauf Bey yerine İsmet Paşa'yı göndermesi, ordu komutanları arasında yaptığı tercih ve atamalar, Cumhuriyet döneminde seçtiği bakanlar ve diğer yöneticiler bu yeteneğinin sonuçlarıydı. İnsanları değerlendirirken olumlu ve olumsuz yönlerini eşit derecede dikkate alıyor, nesnel ve önyargısız davranıyordu.
Liderliğin önemini çok iyi bilen Atatürk, kendisini sadece liderliğe hazırlamakla kalmamış, kişisel özellikleri dolayısıyla liderliğe oldukça uygun olduğu için de sürekli olarak lider gibi davranmıştı. Tipik davranışları arasında, çevresindekilere armağanlar vermek ve ileri görüşlülüğüyle benzersiz fikirlerini paylaşmak olan Atatürk, özellikle dış ilişkilerle ilgili ve diplomatik konularda bir lider olarak oldukça başarılıydı. Rıza Şah Pehlevi Türkiye'ye geleceği zaman, Ankara Halk Evi binasının bir bölümünü onun için özel olarak hazırlatmış, eşya seçimini bizzat kendisi yapmış, binanın bulunduğu bahçeye büyük ağaçlar getirtip diktirtmiş ve özel olarak
Türk-İran dostluğunu simgeleyen bir opera bile yazdırmıştı. Yine Türkiye'ye ziyarette bulunan bir başka lider olan
Japon Veliahdı için muazzam bir sofra hazırlattı. Sohbet esnasında Japonya'nın tarihinden bahseden, bir meydan muharebesini anlatan Atatürk'ün bilgisi karşısında Japon veliaht hayrete düşmüştü. Tarihten Japon mitolojisine geçen, ardından meşhur Japon şiirlerinden mısralar da okuyan Atatürk'ün bilgi ve hafızasına Japon Veliaht hayran kalmıştı. Zira Atatürk'ün Japon kültürü hakkında anlattıklarının bir kısmını bilmiyordu, onları ilk kez Atatürk'ten duyuyordu.
Herkesi kendine hayran bırakan ve tüm diplomatik faaliyetleri müthiş şekilde planlayan Atatürk, veliaht gelmeden on gün önce Japon kültürüyle ilgili bu bilgileri tercüme ettirmişti ve bu görüşmeye hazırlanmıştı.
Atatürk aynı özeni bütün yabancı devlet adamlarına göstermişti. Zira diplomaside kişisel etkileşimin önemini erken yaşta fark etmiş, kendi kişiliğinin ve davranışlarının ulusunun bir aynası olacağını düşünerek, yabancı siyasetçilerde en iyi izlenimi bırakmaya gayret etmişti. Böylece, kendi kurduğu Cumhuriyet'i de yüceltmiş oluyordu.
Atatürk haklı olduğunu hissettiği konuşmalarda, özgün düşüncelerini sonuna kadar savunuyor, bu özelliğini hem savaş alanlarında hem de toplumsal ve siyasal konularda da kullanıyordu.
Bir keresinde kendisine sorulan dahi kime denir sorusuna şu şekilde cevap vermişti:
Atatürk sürekli olarak düşüncelerini ve beklentilerini çevresindekilere not ettiriyordu. Bu yolla gelecekle ilgili varsayımlarında ve yorumlarında ne denli haklı olduğu ileride kanıtlanmış ve doğrulanmış oluyordu. Özenle not ettirilen kehanetleri bir bir çıkıyordu.
Mazhar Müfit Kansu, onun kehanetlerini not alan arkadaşlarından biriydi. Bu öngörü ve ileri görüşlülük ülkeyi ilgilendiren her meselede kısa ya da uzun vadelerde oldukça olumlu sonuçlar verecekti.
Atatürk girişkendi, sorumluluktan kaçınmıyordu, kendine güveni tamdı.
İlkelerinden asla taviz vermeyen yapısı dışında kişisel açıdan oldukça hoşgörülü ve bağışlayıcı olan Atatürk, duruma göre esnek davranmasını da iyi biliyordu. Harekete geçmek için uygun zamanı kollayan, siyasi ilişkilerinde politik gücünü oldukça iyi kullanan yapısı, öfkeyle kalkıp zararla oturmasını engelliyordu. Zira Kurtuluş Savaşı sırasında Padişah'a karşı çıkmaması, Çerkez Ethem'e son dakikaya kadar tahammül etmesi ve benzeri birçok olaydaki stratejik davranış biçimi bu özelliğinin etkin rol oynadığının kanıtıydı. Asla kin tutmuyordu, bir kimseye ne kadar kızarsa kızsın, bir zaman sonra onu affediyor, olanları unutuyordu.
Atatürk, içinde bulunduğu gruba her zaman ve her koşulda egemen olan karizmatik bir kişiliğe sahipti. Önder olmanın tüm olumlu vasıflarını taşıdığı için, savaşın en gergin anlarından, sofrada yapılan hoş sohbetlere kadar her yerde etrafındakiler üzerinde benzersiz bir etki bırakıyordu. Hitabet sanatı, felsefeden siyasete her konudaki engin bilgisi, görgüsü, kibarlığı, ölçülü ve tutarlı davranışları hayranlık uyandırıyordu. Ancak tüm bunların yanında fiziksel olarak oldukça yakışıklıydı, oldukça şık giyiniyordu ve her zaman anlamlı bakan ve güçlü bir etki bırakan gözleri vardı. Özellikle Cumhurbaşkanlığı yaptığı dönemde birçok insanın bu sebepten gözlerinin içine bakamadığı, etrafındakilerin karizmatik niteliğinden dolayı ona hayran olduğu söylenmekteydi.
Ahmet Haşim, Atatürk'ün bir lider olarak karizmasından ve dış görünümünden nasıl etkilendiğini şu sözlerle ifade edecekti:
Son derece cesur olan ve ölümden korkmayan Atatürk, savaş alanlarında birliklerine, ast ve üst olmak üzere tüm komutanlarına cesur davranışlarıyla örnek olmuş cesaret öğesini kişisel niteliği ile birlikte toplumsal ve askeri eylemlerinin bir simgesi yapmıştı. Çanakkale savaşında ihtiyat zabit namzedi olarak savaşmış Mahmut Yesari bu niteliğinden dolayı onu “Korku bilmeyen adam olarak tanıdım” demiş, onu savaş döneminde tedavi eden ünlü hekim Mim Kemal, cesaretine vurgu yaparak, “Ölüm ondan korktu” ifadesini kullanmıştı.
Mahmut Yesari'nin ağzından Atatürk'ün cesareti:
Atatürk çok iyi bir komutandı. Üstün gözlem yeteneğiyle, cephede olup biteni hemen ve herkesten önce kavrayan Atatürk, askerlik bilgisinin yüksek olmasından dolayı savaş alanlarına çok iyi derecede hâkimdi. Cephede bulunan komutanların gözleriyle göremediklerini görürdü.
Kişisel bakımdan son derece dürüst olan Atatürk'ün kendi malvarlığını bile ülkesine bağışlamış olması onun dürüstlüğünün önemli bir simgesiydi. Zira Atatürk Orman Çiftliği'ni hazineye devretmişti.
Atatürk okumaktan büyük keyif alıyor, müziğe ve dansa da büyük ilgi duyuyordu. Çocukluk arkadaşı Asaf İlbay'ın belirttiğine göre, Atatürk, zamanın moda danslarında oldukça yetenekliydi, çok iyi vals, polka, mazurka ve kadril yapıyordu.
Oldukça sade bir hayat süren Atatürk'ün kitaplığı zengindi. Sporla da yakından ilgilenen Atatürk, bu yüzden fırsat buldukça yüzüyor ya da ata biniyordu, Zeybek oyunlarıyla ve güreş sporuyla da ilgileniyordu. Sakarya adlı atına ve köpeği Fox'a çok değer veriyordu. Rumeli türkülerine büyük ilgisi vardı. En sevdiği türkülerden bazıları; Manastır, Yemen Türküsü, İzmir'in Kavakları, Bülbülüm, Vardar Ovası, Çanakkale İçinde, Yanık Ömer, Kırmızı Gülün Alı Var, Alişimin Kaşları Kara ve Şahane Gözler Şahane'ydi.
Yazdığı birçok şiir vardı. Vatan sevgisini en güzel şekilde ifade ettiği şiirlerinden biri de Türk tarih sahnesinde büyük önemi olan Oğuzlara ithaf ettiği “Hakikat Nerede?” isimli şiiriydi;
Tavla ve bilardo oynamaktan büyük keyif alırdı. Akşam yemeklerine devlet adamlarını, sanatçıları ve bilim adamlarını davet eder, ülkenin sorunlarını tartışırdı. Temiz ve düzenli giyinmeye özen gösterirdi. Doğayı çok severdi. Sık sık Atatürk Orman Çiftliği'ne gider, modern tarıma geçiş yolunda yürütülen çalışmalara bizzat katılırdı. Fransızca ve Almanca biliyordu.
Atatürk, 1915–1937 yılları arasında birçok kez İstanbul'daki Pera Palas Oteli'nde konakladı. Birinci Dünya Savaşı sonunda İstanbul'un işgali sırasında Atatürk, annesinin Beşiktaş Akaretlerdeki evi işgal kuvvetlerince gözetim altında olduğu için, Pera Palas' ın birinci katındaki 101 Numaralı odada kalıyordu. Bu odada fikir arkadaşlarıyla buluşur ve durum değerlendirmesi yaparlardı. Bu açıdan Türkiye Cumhuriyeti kuruluşunun tohumları bu odada atıldı denilebilir. Bu oda 1981 yılında, dönemin Kültür Bakanı Cihat Baban' ın büyük yardımlarıyla bir Atatürk Müzesine dönüştürüldü. Odadaki tüm eşyalar otantikti.
Atatürk'ün Özel Hayatı
11 Eylül 1922'de, Türk ordusunun İzmir'e girişinin ikinci gününde Atatürk'ün şehre geldiğini duyan Latife Uşşaki, onunla tanışmak için her gün karargâha gidiyor, ancak Atatürk'le görüştürülmüyordu. Bir gün, nöbetçinin meşguliyetinden yararlanıp içeri giren Latife Hanım, Atatürk'le konuşma fırsatı bulmuştu.
O dönemde İzmir'de birçok yangın çıktığı için Atatürk'e, daha güvenli olacağını düşündüğünden, karargâhını babasının Göztepe'deki köşküne taşıması teklifinde bulundu. Uşşaki ailesi Atatürk'ü 20 gün köşklerinde ağırladı. Bu dönemde arkadaş olan Atatürk ve Latife Hanım, daha sonra da haberleşmeye devam ettiler. Ancak Latife Hanım, köşklerinde kaldığı süre içinde Atatürk'e âşık olmuştu ve bunu dolaylı olarak dile getiriyordu. Zira ortalıkta pek görünmemesine rağmen her gece Atatürk'ün yastığının üzerine kırmızı bir gül bırakıyordu.
1898 doğumlu Latife Uşşaki, İzmir'in tanınmış ailelerinden Uşakizade (sonra Uşşaklı) Muammer Bey'in kızıydı. İzmir Lisesi'ni bitirdikten sonra, Paris'teki Sorbonne Üniversitesi'nde hukuk okumuştu. Londra'da dil öğrenimi gördükten sonra Kurtuluş Savaşı henüz bitmeden İzmir'e ailesinin yanına dönmüştü.
Atatürk, Latife Hanım'ın eğitiminden ve zekâsından çok etkilenmişti. Ancak Atatürk'ün hayatında ona büyük bir aşkla bağlı olan
Fikriye Hanım vardı. Atatürk ve Fikriye'nin yolları Zübeyde Hanım'ın ikinci evliliği nedeniyle kesişmişti. Zira Fikriye, Atatürk'ün üvey babası Ragıp Bey'in kız kardeşinin kızıydı. Yani onun üvey kuzeniydi. Atatürk yüzbaşı olduktan sonra arada sırada geldiği ailesinin evinde, Fikriye ile tanışmıştı. Fikriye ise, bir dönem Mısırlı zengin bir adamla evli kalıp boşanmış, ardından İstanbul' a dönerek Zübeyde Hanımların evine yerleşmişti. Zübeyde Hanım, Fikriye' yi çok sevmesine rağmen, Atatürk'ün kız kardeşi Makbule ondan hoşlanmıyordu.
Atatürk'ten sadece bir ya da iki yaş büyük olduğu tahmin edilen Fikriye Hanım, Kurtuluş Savaşı sırasında Atatürk'ü yalnız bırakmamış, ona bakmış, Çankaya'da birlikte yaşamışlardı. Zira Kuvayi Milliye' yi örgütlemek ve vatanı kurtarmak için çalışan Atatürk' ün günlük işlerine yardım etmesi için güvenebileceği kadın bir yardımcıya ihtiyacı vardı. Her ne kadar yardımcısı Bekir Çavuş Atatürk'e hizmet etse de, tüm bu işlere bir kadın elinin değmesi şart olmuştu ve akla gelen en uygun isim Fikriye Hanım'dı. Ankara'ya bu amaçla çağrılan Fikriye, kısa sürede tüm Çankaya tarafından benimsenmişti. Milli mücadele döneminde sabaha kadar odasında çalışan Atatürk' ü kahvesiz bırakmamak için ona yardımcı olan Fikriye Hanım, çok geçmeden bu karizmatik lidere aşık oldu. Salih Bozok daha sonra yazacağı kitapta Fikriye Hanım'ı, ortadan az uzun, ince, kara kaşlı ve kara gözlü, aydınlık yüzlü, güzelden çok alımlı bir hanım olarak tasvir edecekti ve onun için şunları söyleyecekti:
Atatürk, bu dönemde Türk ordusunun İzmir'e girişinden dolayı yapılan kutlamalar için İzmir'e gittiğinde Latife Hanım'la tanışmıştı. Fikriye Hanım, gazetelerde Atatürk ve Latife Hanım'ı aynı karede gördüğünde onun için oldukça azap verici bir dönem başlamış oldu. Hem Milli Mücadele yıllarında Çankaya'da geceli gündüzlü çalışması hem de Latife Hanım'la Atatürk'ün tanışması onu çok yıpratmıştı, zira bir süre sonra verem olacaktı.
Atatürk Fikriye Hanım'ın biran önce iyileşmesini istiyordu ve onu tedavi görmesi için Münih'teki bir sanatoryuma gönderdi.
Bu arada Atatürk'ün annesi Zübeyde Hanım da sağlık problemleri yaşıyordu. Tedavi için İzmir'e giden ve Latife Hanımların köşkünde ağırlanan Zübeyde Hanım, 14 Ocak 1923'te hayata gözlerini yumdu. Annesinin ölümü üzerine İzmir'e giden Atatürk, Latife Hanım'la 29 Ocak 1923'te Muammer Bey'in evinde, sade bir nikâh töreniyle evlendi. Mareşal Fevzi Çakmak ve
Kazım Karabekir Atatürk'ün, Mustafa Abdülhalik Renda ile Salih Bozok ise Latife Hanım'ın tanıklarıydı.
Evlilik haberini Almanya'da, tedavi gördüğü sanatoryumda alan Fikriye Hanım, Münih'ten Çankaya'ya geldi. Bu zamansız dönüş oldukça acı biçimde sonuçlanacaktı. Atatürk'ü görmek için köşke geldiğinde Latife Hanım'la Atatürk kahvaltı etmekteydi. Atatürk'e Fikriye Hanım'ın köşke geldiği haberi verildi ancak Latife Hanım öfkeden çılgına dönerek Fikriye Hanım'ın köşkten kovulmasını emretti. Fikriye Hanım itiraz etmeden faytona bindi, inanılmaz derecede üzgündü. Bu yüzden kendisine hediye edilen tabancayla yolda kendisini vurdu. Ancak konuyla ilgili farklı spekülasyonlar vardı.
Fikriye'nin Atatürk'e duyduğu büyük aşk gibi, ölümü, son yolculuğuna nasıl uğurlandığı ve mezarının yeri de “sırlarla” dolu oldu. Zira ölüm nedeninin intihar olmadığını, cinayete kurban gittiğini ortaya atan görüşler vardı. Dönemin tek hastanesi olan Memleket'e yetiştirilen Fikriye'nin ölümü ile söylenenlerin hiçbiri birbirini tutmuyordu.
Fikriye Hanım'ın yeğeni Abbas Hayri Özdinçer daha sonra konuyla ilgili şu açıklamayı yapacaktı:
18 Temmuz 2006 tarihli Sabah Gazetesi'nde Fikriye Hanım'ın mezarının nerede olduğuna dair bir haber yer aldı. Fikriye Hanım'ın 82 yıllık “Mezar sırrını” Salih Bozok'un aile dostu olan araştırmacı Eriş Ülger açıkladı:
Fikriye Hanım'ın ölümü Atatürk'ü derinden sarstı. Salih Bozok' un anlattığına göre, Atatürk bir gün eşi Latife Hanım' a yanlışlıkla “Fikriye” diye hitap etmiş, bu yüzden Atatürk ile Latife Hanım'ın arası uzun süre bozulmuştu.
Evlilikleri boyunca birçok yurt gezisinde Atatürk'e eşlik eden Latife Hanım, modern ve medeni Türk kadınının simgesi olma görevini üstlendi. Atatürk'ün isteği üzerine meclisteki oturumları izlemeye giden Latife Hanım, TBMM'ye giren ilk Türk kadını oldu. Her önemli toplantıda bulunmuş ve askeri manevralara katılmış olan, Atatürk'le en hayati konuları dahi tartışabilen Latife Hanım'a Atatürk büyük saygı duyuyordu. Ancak Latife Hanım, evlendikten sonra oldukça hırçınlaşmıştı. 2 yıl süren evlilikleri boyunca Latife Hanım hırçınlığıyla Atatürk'ü yıprattı. Evlendiklerinde Cumhuriyet henüz yeni kurulmuştu, Atatürk'ün sorumlulukları büyüktü, ancak Latife Hanım ona destek olmaktan çok sorun çıkarıyordu. Bunda genç yaşta olmasının da etkisi vardı.
Birçok şiddetli gerginlik yaşadıktan sonra Atatürk iki defa Latife Hanım'dan ayrılmak istemiş, ancak Latife Hanım, Salih Bozok'tan arabuluculuk yapmasını istemiş ve araları yumuşamış, en sonunda 1925 yazında Doğu Anadolu gezisindeki tatsız tartışmadan sonra boşanmaya karar vermişlerdi.
5 Ağustos 1925 tarihinde resmen ayrıldıklarında boşanma haberi radyoda yayınlanan bir hükümet bildirisi ile duyuruldu. Latife Hanım boşanmayı kabullenememiş, Atatürk'le barışıp yeniden beraber olmayı ümit etmişti.
Ölümüne kadar Atatürk'le olan evliliği hakkında konuşmayı ya da yazmayı kesinlikle kabul etmeyen Latife Hanım, 12 Temmuz 1975'te İstanbul'da hayatını kaybetti ve Edirnekapı Şehitliği'ndeki aile mezarlığına gömüldü.
Atatürk'ün özel hayatıyla ilgili olarak en yakın arkadaşlarından ve aynı zamanda başyaverlerinden olan Salih Bozok, “Atatürk, Latife ve Fikriye İki Aşk Arasında” kitabını yazdı. Kitap, Atatürk'ün hayatındaki iki önemli kadın ekseninde geçen olayları anlatıyordu ve hiçbir yerde yayınlanmamış anılara, Atatürk'ün özel hayatından bilinmeyen kesitlere yer veriyordu.
İstiklal Mahkemeleri Üç Aliler Divanı'nın üyesi, Atatürk'ün silah arkadaşı ve sırdaşı Kılıç Ali'nin oğlu Altemur Kılıç kendisiyle 11 Ağustos 2006 tarihinde yapılan röportajda, Atatürk'ün Latife Hanım'la olan evliliği hakkında açıklamalarda bulundu. Altemur Kılıç, amcası Muzaffer Kılıç'ın Atatürk'ün yaveri; annesiyle halalarının Çankaya yıllarında Latife Hanım'ın yakın dostları olması sebebiyle tarihsel bir takım gerçeklere vakıftı.
Adı Latife Hanım Tarafından Konulan Altemur Kılıç'la Yeni Şafak Gazetesi Tarafından Yapılan Röportaj:
*Latife Hanım ile Atatürk'ün boşanma nedeniyle ilgili bizden farklı bir şey biliyor musunuz?
Atatürk başlangıçta beğenmiş Latife Hanım'ı, uyuşmuşlar. Gelecekteki aydın Türk kadınının modeli olacağını düşünmüş, bunun için evlenmek istemiş. Kadınlara laf etmek istemem ama Latife Hanım daha sonra biraz ne oldum delisi olmuş. Hırçınlaşmış. Atatürk'le mücadeleye girmiş.
*Bunlar babanızın anılarında var. Halalarınızdan ve annenizden ne duydunuz?
Şöyle derlerdi: Latife Hanım iyiydi, severdik. Ama konumunu hazmedemedi. Atatürk'e herkesin yanında “Kemal” derdi. Ayrıldıkları gün çıkan tartışma da şöyle olmuş mesela: Atatürk kapıdaki nöbetçiyle sohbete dalmış. Latife dehşetli kızmış. Bir nöbetçiyle nasıl böyle konuşur, diye. Atatürk askerdi fakat hoyrat değildi. Paris, Sofya görmüş, Fransızca bilen ince bir adamdı. Latife Hanım onu terbiye etmeye, kendine uydurmaya kalkmış.
*Atatürk'ün sofra sohbetlerinin çok uzaması ve Latife Hanım'ın bunu engellemeye çalışması da ayrılış nedeni olarak gösterilir?
Atatürk arkadaşlarıyla sohbeti severdi. Latife Hanım onu boğduğu, hoyratlık yaptığı için mutsuz oldu Atatürk.
*Atatürk'ün boşanarak arkadaşlarını eşine tercih ettiği de söylenir.
Atatürk hayat tarzının değiştirilmesinden rahatsız oldu. Latife Hanım'da istediğini bulamadı.
*Latife Hanım, Atatürk'e söz verdiği için hiç konuşmamış. Babanız da anılarında “Bildiklerim benimle mezara gidecek” diyor. Neden bu kadar ısrarla susuluyor?
Ben bunları tahmin etmiş gibi “İleride Atatürk ile ilgili dedikodular çıkaracaklar, anlatın da ben bileyim hiç olmazsa” dedim babama. Bana gözlerini açarak öyle bir baktı ki neredeyse dövecekti. “Ben” dedi “Devlet sırlarını da Atatürk'ün özel sırlarını da kimseye anlatmaya mezun değilim. Sana da anlatmam”
*Hiç mi bir şey anlatmadı?
Babam Atatürk'ün özel hayatını bilecek kadar yakınındaydı. Ama özelini, devlet sırlarını söylememesi çok normal.
*Devlet sırrı Atatürk'ün asker ve devlet adamlığıyla, diğeri Atatürk'ün insan yüzüyle ilgili. Söylediklerinizden gizlenmesi gereken bir şeylerin gizlendiğini mi anlamalıyız?
Gizlenmesi gereken bir şey değil. Herhangi bir şey. Ben en yakın arkadaşımın sırrını da açıklamam. Değil ki Atatürk gibi bir adamınkini açıklayayım. Latife Hanım'ın kasası açılsın deniyor. Biz bunca yıl sonra Atatürk'ü Latife Hanım'ın evrakından tanıyıp, onun kötü adam olduğuna karar vereceksek o başka.
Niye kötü adam olsun ki! O evrak cumhuriyetin kurucusu olsa bile mutluluğu, üzüntüsü, zaafları, heyecanları, pişmanlıkları ile bir insanı tanıtacak bize.
Atatürk hiçbir zaman put olmak istemedi. Anlattıklarımız kıymetli ise, işte anlatıyorum. Ama babamın dediği gibi, farklı bir bilgiyi benden istemeye kimsenin hakkı yok.
*Bu, bir şeyler bilip de gizlediğiniz anlamına mı geliyor?
(Düşünüyor.) Olabilir. Duyup bildiğim şeyler var ama prensip olarak anlatmam. Ölünceye kadar saklarım. Esrarengizlik değil bu.
*Latife Hanım'ın kasasının açılmasına niçin karşısınız?
Latife Hanım isteseydi bunu kendisi yapardı. Onun ölümüne yakın bir vakitte kimi notlarını yaktığı biliniyor. Dolayısıyla yakmadıkları görülebileceğini, bildiği, hatta görülmesini istediği şeyler olabilir.
Atatürk'ü kötülemek isteyenler öküz altında buzağı arayacaklar. Başka faydası olmaz.
*Latife Hanım ayrılış nedeni olarak bir “yılan”dan bahsediyor. Babanız da Latife Hanım'ın Atatürk'ü arkadaşlarından ayırmaya çalıştığını söylüyor. Kızgınlığı fark ediliyor. Bu “yılan” babanız Kılıç Ali olabilir mi?
Değildir herhalde. Yıllar sonra Latife Hanım'a gittim sordum; babama, amcama kızgınlığınız var mı, diye. “Katiyen” dedi. Latife Hanım'ın onlara kızgınlığının nedeni şu olabilir: Fikriye Hanım Çankaya'ya gelince Latife Hanım “Kovun bu kadını” diyor. Amcam da “Hanımefendi, bu kadın zor günlerde bizim çamaşırlarımızı yıkadı, kovamam” diye dikleniyor. Bunun için babama da, amcama da kızıyor Latife Hanım.
*Bir anınızı anlatır mısınız?
Florya'daydık. Ülkü'yle denize giriyorduk. Atatürk de evin önündeki masada oturuyor. Bize seslendi “Çok kaldınız üşüdünüz, artık çıkın” dedi. Çıktık merdivenden. İkimizin de elinden tuttu. Havlularımızı verdi arkamıza. Dondurma yer misiniz, diye sordu. Frambuazlı dondurma vardı. Ne vakit frambuazlı dondurma yesem burnumun direği sızlıyor. (ağlıyor) Atatürk'ü bir daha görmedim. Arkasında ekoseli bir süveteri vardı. Saçları önüne düşmüş. Biz canı sıkkın zannettik. Meğer hastaymış. Hâlâ içim acıyor.
Çocukları çok seven Atatürk, Afet İnan, Sabiha Gökçen, Fikriye, Ülkü Adatepe, Nebile, Rukiye, Zehra ve Mustafa isimlerinde 8 çocuğu manevî evlat edindi. Abdurrahim ve İhsan adlı çocukları ise himayesine aldı. Onlara iyi bir gelecek hazırlayan Atatürk, mirasından çocuklarına da pay ayırdı.
Ülkü Adatepe, Atatürk'le aynı çatı altında tam 5 yıl yaşamıştı. Kendisiyle yapılan bir röportajda manevi babasıyla ilgili olarak çok özel açıklamalarda bulundu.
Atatürk'ün Manevi Kızı Ülkü Adatepe'yle Yapılmış Olan Röportaj
* Annenizin-babanızın kızı olmaktan çok Atatürk'ün kızı mıydınız?
Kendimi bildiğimde Atatürk'le aynı evdeydim. Çok ilgi görüyordum. Şefkat ve sevgi seli içindeydim. Atatürk'e Atatürkçüğüm diye hitap ederdim. Ne yazık ki anılarım çok silik. Onun çalışma odasına doğru koşuşum, kucağına alıp nasihatte bulunması, eve gelen konuklar…
* Nasıl izler kaldı o günlerden size?
Onunla olunca kendimi sağlam bir kayaya yaslanmış hissederdim. Anne-baba sevgisinin ötesinde olduğunu da itiraf etmeliyim.
* Anneniz Zübeyde Hanım'ın komşusuymuş. Bu yüzden mi Atatürk'ün manevi kızı oldunuz?
Dedesi annemi Atatürk'ün annesi Zübeyde Hanım'a emanet etmiş. Annemi Zübeyde Hanım büyütmüş. Annem küçük bir kız çocuğu olarak Atatürk'ün başını kaşırmış. Zübeyde Hanım'ın ölümünden sonra annem bir süre Ata'nın kardeşi Makbule Hanım'la kalmış. Atatürk annemi Gazi Orman Çiftliği'nde istasyon şefliği yapan Fransızca bilen Çerkez babamla evlendirmiş. Annemin hamile olduğunu duyunca da haber göndermiş.
* Evlat mı edinmek istemiş sizi?
Hayır, yalnızca şöyle demiş: “Kız ya da erkek fark etmez bu çocuğun adı Ülkü olacak.” Ben doğduğumda kendisi cumhurbaşkanıydı. 40 günlükken beni kucağını alıp sevmiş. Ben 9 aylıkken ziyarete geldiğinde çiftlikte beni görmüş. Elime saatini tutuşturmuş. Ben saati kulağıma götürüp dinlemişim. Meraklı halim onu çok etkilemiş ve benden ayrılmak istememiş. Herhalde babalık duyguları hissetti. Döndükten hemen sonra gece eve araba gönderip bizi Çankaya Köşkü'ne aldırmış.
* Neler yaşadınız Atatürk'ün ölümünden sonra?
Onun koruması, onun verdiği güç her zaman benimle birlikteydi ama çok zorluk çektim. Çünkü birden bir ilgi boşluğu oldu. Annemin, babamın dolduramayacağı bir boşluğun içine düştüm. Üsküdar Amerikan Lisesi'ne gönderdi ailem beni, Ata'nın istediği gibi bir eğitim almak için. Ancak ben bunalıma girdim. İsmet Paşa da dahil olmak üzere hiç kimse ilgilenmedi benimle. Unutuldum uzun bir süre. Bu yüzden de liseyi bitirmeden evlendim Fethi Doğançay'la. Bu bakımdan zor bir hayatım oldu, Ata'nın eğitim bakımından beklediklerini gerçekleştiremedim. Kendime geldiğimde, Ata'yı anlatmayı kendime misyon olarak üstlendim. Bunu yapmalıydım. Uzun süre kişilik bunalımı yaşadım.
* Atatürk'ün aşkları da gündemde… Zsa Zsa Gabor bile geldi diye yazanlar oldu…
Öyle. Zsa Zsa Gabor doğru değil. Birilerinin eşlerini beğenirmiş gibi sözler de söyleniyor, onlar da doğru değil. Ama sonuçta Atatürk de bir insandır, çapkın olabilir, zaten bekardı.
* Ya Fikriye Hanım…
Ona aşıktı. Hatırlamıyorum ama annem ve Sabiha Hanım anlatırdı. Fikriye Hanım, Ata'nın çevresindekilerin de beğenisini alan güzel bir kadınmış. Herkes hayranmış.
*Latife Hanım 'first leydi'liğe daha mı uygun bulunmuş?
Şöyle anlatılmıştı bana. Zübeyde Hanım hastalandığında Ata'ya bir mektup yazarak, evlenmesini istemiş. O sırada Latife Hanım yetiştiriliş tarzı, ailesi bakımından beğenilmiş. Ancak görünen gibi olmamış.
* Yurtdışında okuyan Latife Hanım'ın neyi uymamış Ata'ya?
Bir kere Zübeyde Hanım bu mektubu yazdıktan kısa bir süre sonra fikir değiştirmiş. Ata'nın yaveriyle haber gönderip, “Sakın evlenme” demiş. Ancak o sırada Ata'nın çevresindekiler de evlilik için bastırınca evlilik gerçekleşmiş. Bana anlatılanlar Latife Hanım'ın hırçın, hırslı ve şımarık olduğu. Aileden gelen bir sinir hastalığı da varmış. Ata'nın yakın çevresindekiler onu sevmemiş. Sonuçta Ata öldükten sonra da kendini odaya kapattı. Kimseyle görüşmedi.
* Ya Fikriye Hanım'ın ölümü?
Çok acıklı. Onunla ilgili anlatılanlardan çok etkilenirim. Fikriye Hanım döndüğünde eve alınmamış. Bu Ata'nın onun gelişinden habersizliğinden kaynaklanıyor. Fikriye Hanım buna çok içerlemiş. Latife Hanım'ın, Atatürk'ün Fikriye Hanım'la ilişkisini kesmesinde büyük etkisi var. Bana kalırsa, anlatılanlardan bildiğim Fikriye ve Ata'nın ilişkisi gerçek bir aşktı. Fikriye'nin hastalandığı da doğrudur. Paris'te tedavi görmüş. Keşke Fikriye Hanım'la evlenseydi.
* Safiye Ayla'nın Köşk'e gelişini hatırlıyor musunuz?
Safiye Ayla'yı özel olarak çağırırdı. Erken yattığımda, uyandırırdı beni Ata, “Safiye Hanım geldi” derdi. O söylerdi, ben de dans ederdim.
* Safiye Ayla'nın yüzünü sakladığı, kapının, perdelerin arkasından şarkı söylediği doğru mu?
Öyle bir şey olmadı. Hatta bu dedikodu çok yayılmıştı ve Safiye Ayla, rahmetli ölmeden önce bana “Ülkücüğüm halk beni galiba gerçekten çok çirkin buluyor. Atatürk'ün bana bakamadığını düşünüyorlar” demişti.
* Çok içer miydi?
Annemin anlattıklarından biliyorum, harp zamanında içermiş. Sonuçta ülkeyi yönetiyor, devrimler yapıyor, çok özel bir insan Ata.
* Bu konular yeni yeni konuşuluyor. İçkisi, sigarası… Rahatsız oluyor musunuz?
Okullarda savaşları okutuyorlar ama bilmedikleri Atatürk'ün insan yönü. Her şeyden evvel insan o. Bu yüzden de rahatsızlık duymuyorum. Çok büyük bir asker, çok büyük bir devlet adamı, çok büyük bir devrimci. Atatürk'ün rakısından bahsediliyor. Stresini atmak için içiyormuş, muazzam sofraları filan anlatıyorlar. Onları hatırlıyorum o sofralar imtihan sofrasıydı. Fikir alışverişi yapılırdı.
* Kimler davet edilirdi, siz hatırlamasanız bile mutlaka anlatılmıştır…
Annem, Sabiha Gökçen, Afet Hanım anlatırdı bana. Gazeteciler, yakın arkadaşları gelirdi.
* Atatürk yaşasaydı ne olurdu, ne yapardı?
Atatürk şimdi olsaydı zaten böyle olmazdı. Ata'nın15 yılda yaptıklarını yıllardır yapamadılar.
* Atatürk manevi kızlarının siyasete girmemesini vasiyet etmiş. Ata neden böyle olmasını istedi?
İsminden yararlanılmasını istememiş olabilir. Çok çıkarcı olabilirdik. Ata her şeyi milletine bıraktı. 1933′te doğduğumda kanun çıkarmış, oysa her şey kız kardeşine kalabilirdi.
Atatürk'ün İlkeleri
“Atatürk'ün İlkeleri”, Türkiye Cumhuriyetinin temel prensipleridir. Atatürk'ün dünya görüşünü yansıtan ve 6 ok olarak da nitelendirilen bu ilkeler bir bütündür, birbirinden ayrı düşünülemez. Atatürk ülke yönetimindeki temel prensipleri bu 6 ilke altında toplanmıştır. Kuşkusuz Atatürk'ün ilkeleri çok daha iyi bir Türkiye Cumhuriyeti içindir.
Cumhuriyetçilik:
Çok uluslu bir imparatorluğun savaşla yıkılmasından sonra, bir milletin ayakta kalabilmesi için varını yoğunu vererek çalışmış ve savaşmış olan Atatürk, ulus devlete geçiş sürecinde Türkiye'nin ulusal kimliğini oluşturdu. Bu kimliği oluştururken, tüm vatandaşların kendi iradesiyle ülke yönetiminde etkisi olmasını gerekli gördü, halkın iradesini temel aldı. Hiç kuşkusuz bir ülkenin vatandaşları yönetimde etkin olmalıydı, sesini duyurmalıydı, kul nitelikli bir yapıda değil de yurttaş-birey olarak görülmeliydi. Atatürk bu ülkeye Cumhuriyet'i hediye ederken, sadece halkını ve vatanını düşünmüştü.
Halkçılık:
Atatürk, Cumhuriyet ilkesiyle birlikte, sosyal hayatın içinde bireylerin kendilerini özgürce ifade edebilmeleri, haklarını arayabilmeleri için kadın-erkek, genç-yaşlı tüm halka değer veren bir düşünce doğrultusunda Halkçılık ilkesine işaret etti. Halkçılık ilkesi sınıf ayrıcalıklarına ve sınıf
farklılıklarına karşı olmak ve hiçbir sınıfın diğerlerinin daha üzerinde olmasını kabul
etmemek demekti. Birlik fikrinin yücelten Halkçılık ilkesiyle Türkiye Cumhuriyeti ulusal bir kimlik kazandı.
1934 yılında kabul edilen bir kanun ile kadınlar seçme ve seçilme hakkını aldılar, statülerinde köklü değişiklikler oldu. Kadınları ikinci sınıf insan gören zihniyet tamamen ortadan kalktı, kadınlar sosyal hayatta yer almaya başladı.
Atatürk çeşitli ortamlarda, Türkiye'nin gerçek yöneticilerinin köylüler
olduğunu söylemiş ve bunu şu şekilde ifade etmişti:
Laiklik:
İmparatorluk döneminde yobazlar ve radikal dinciler oldukça tehlikeli bir hal almışlar, bazı gruplar düşmanla işbirliği içine girmeye bile çalışmıştı. Din gibi sadece Allah ve kul arasında kalması gereken ruhani bir olguyu, devlet yönetiminde kullanmak, onu araç etmek ve küçük düşürmek demekti. Oldukça dindar bir anne tarafından yetiştirilmiş olan Atatürk, Laiklik ilkesiyle, yobazların ülke yönetiminde dini kullanmasına izin vermemiş, dini korumuştu. Bu amaçla laiklik ilkesini benimsemişti. Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıyla dini çirkin amaçlarına alet eden grupların etkisi azaldı.
Milliyetçilik:
Vatan sevgisini her şeyin üstünde tutup, vatanı için cesurca savaşmış olan Atatürk'ün milliyetçiliği ırkçı bir yapıda değil, yurtseverlikle doluydu. Bugün bir bayrak altında bağımsız olarak yaşamamız, milyon askeri komuta ederek, cephelerde kahramanca savaşarak Cumhuriyet'i kuran Atatürk sayesindedir. Atatürk'ün milliyetçiliği tüm diğer ulusların bağımsızlık haklarına saygılı ve sosyal içeriklidir.
Yalnızca anti – emperyalist olmayıp aynı zamanda herhangi bir sınıfın Türk toplumunu yönetmesine de karşıdır. Türk devletinin vatanı ve halkı ile bölünmez bir bütün olduğu ilkesine dayanmaktadır.
Devrimcilik:
Atatürk'ün ortaya koyduğu önemli ilkelerden birisi olan devrimcilik, işlevi kalmamış, çağın gerisindeki kavramlar ve anlayışlar yerine değişen dünyaya uygun, akılcı kavramların benimsenmesi demektir. Bu anlamda Atatürk, geleneksel kuruluşlar yerine modern kuruluşlar inşa etmiş, ülkenin geleceği için yeni yapılanmalara gitmiştir.
Devletçilik:
Atatürk, Türkiye'nin bir bütün olarak modernizasyonunun ekonomik ve teknolojik gelişmeye önemli ölçüde bağlı olduğunu ifade etmiştir. Devletçilik ilkesini, devletin, ülkenin genel ekonomik faaliyetlerinin düzenlenmesi şeklinde yorumlamış, özel sektörün girmek istemediği, yetersiz kaldığı ya da ulusal çıkarların gerekli kıldığı alanlara girmesi konularına da değinmiştir. Devletçilik ilkesinin uygulanmasında, devlet yalnızca ekonomik faaliyetlerin temel kaynağını teşkil etmemiş, aynı zamanda ülkenin büyük sanayi kuruluşlarının da sahibi olmuştur.
Atatürk'ün İnkılâpları
Atatürk askeri bir dahi ve karizmatik bir lider olduğu gibi, aynı zamanda
büyük bir reformcuydu. Türkiye Cumhuriyetinin çağdaş bir ülke olması için eğitim, adalet, sosyal hayat ve ekonomi gibi bir ülkenin gelişmesinde oldukça büyük önemi olan yapıtaşlarını tümden değiştirmişti. Atatürk ülkemizin ihtiyaçlarını bilmenin yanında genç cumhuriyetin geleceğini de düşünüyordu. Dünya değişiyordu ve ilerlemenin yolu da değişmekten geçiyordu. Bu yüzden 1924 ile 1938 yılları arasında, insanlarının kurtuluşu ve hayatta kalabilmesi için yaşamsal öneme sahip olan inkılâpları hayata geçirdi. Bu inkılâplar, Türk halkı tarafından büyük bir coşku ile karşılandı. Yaptığı değişiklikler köklü oluşları ve eski sistemi düzenlemektense yerine yenisini getirmeleri nedeniyle devrim olarak da nitelendirildi. Ancak, devrim, ihtilal kavramının eş anlamlısıydı ve kanla gerçekleşen bir eylemdi. Dolayısıyla Atatürk yaptığı değişiklikler için negatif bir kavram yerine değişim anlamına gelen inkılâp kavramını seçti.
Atatürk'ün gerçekleştirdiği inkılâplar beş ana başlık altında şu şekildeydi;
Siyasal alandaki İnkılapları
•Saltanatın Kaldırılması (1 Kasım 1922)
•Cumhuriyetin İlanı (29 Ekim 1923)
•Halifeliğin Kaldırılması ( Mart 1924)
Toplumsal alandaki Inkılâpları
•Kadınlara ve erkeklerle eşit haklar verilmesi (1926-1934)
•Şapka ve kıyafet devrimi (25 Kasım 1925)
•Tekkelerin, zâviyelerin ve türbelerin kapatılması (30 Kasım 1925)
•Soyadı Kanunu (21 Haziran 1934)
•Lâkapların ve unvanların kaldırılması (26 Kasım 1934)
•Uluslararası saat, takvim ve uzunluk ölçülerinin kabulü (1925-1931)
Hukuk alanındaki Inkılapları
•Mecellenin kaldırılması (1924-1937)
Eğitim ve Kültür Alanındaki Inkılapları
•Öğretimin Birleştirilmesi Yasası (Tevhid-i Tedrisat Kanunu) (3 Mart 1924)
•Yeni Türk harflerinin kabulü (1 Kasım 1928)
•Türk Dil ve Tarih Kurumlarının kurulması (1931-1932)
•Üniversite öğreniminin düzenlenmesi (31 Mayıs 1933)
•Güzel sanatlarda yenilikler
Ekonomi alanındaki Inkilapları
•Aşar vergisinin kaldırılması
•Çiftçinin özendirilmesi
•Örnek çiftliklerin kurulması (Atatürk Orman Çiftliği gibi)
•Sanayiyi Teşvik Kanunu'nun çıkarılarak sanayi kuruluşlarının kurulması
•I. ve II. 5 yıllık Kalkınma Planları'nın (1933-1938) uygulamaya konulması
•Anadolu'nun yeni yollarla donatılması
Dünyada Atatürk
Atatürk, Türkiye için çok büyük bir kahraman, eşsiz bir siyasi dehaydı. Ülkeyi gerçek anlamda kurtarmış, bağımsızlığını kazandırmış, bayrağı olan özgür bir ülke olması için hayatı pahasına savaşmıştır. Ancak Atatürk'ün büyüklüğü sadece Türkiye'de değil, tüm dünyada kabul edilmiştir. Dünyanın en önemli liderleri onun dehası hakkında açıklamalarda bulunmuş, dünya basını da Atatürk'e geniş vermiştir. Tüm dünyanın birleştiği nokta ise Atatürk gibi insanların dünyaya çok zor geldiği yönündedir. İlkeleri, inkılâpları, insani yönleri, kahraman askerliği, entelektüelliği, zekası, sınır tanımayan bilgisi ve görgüsüyle Atatürk, bizim Atatürkümüz olması dışında tüm dünyaya da mal olmuş, sayısız lidere ilham vermiştir. Hakkında sayısız kitap yazılmış, konferanslar ve seminerler düzenlenmiştir.
Bugüne kadar Atatürk hakkında yazılmış en kapsamlı biyografi Kahire'deki İngiliz Büyükelçiliğinde uzun süre görev yapmış olan İngiliz yazar ve gazeteci Lord Kinross tarafından kaleme alınmış olan, “Atatürk, The Rebiryth of a Nation”
(Ataturk, Bir Milletin Yeniden Doğuşu)'dur. Kitabı hazırlamak için uzun süre Türkiye'de kalan ve çalışmalarını 5 yılda tamamlayan Kinross, eseri 2 cilt halinde hazırlamıştı.
Time dergisi Atatürk'le ilgili sayısız makale yayınlamış, ayrıca 24 Mart 1923 ve 21 Şubat 1927 tarihlerinde Atatürk'ü kapak yapmıştır.
Atatürk bütün dünyanın hayran kaldığı bir kalkınmayı gerçekleştiren ilk devlet başkanı olmuştur. Yaşasaydı kuşkusuz dünya bambaşka bir yer olacaktı. Ancak o, arkasında çok daha iyi bir Türkiye bırakarak hayata gözlerini yummuş, ülkemizi, bayrağımızı bize armağan edip aramızdan ayrılmıştır.
John F. Kennedy – A.B.D Başkanı.
General Charles Sherrill, Amerika'nın eski Ankara Büyük Elçisi.
Ernest Hemingway, Amerikalı Romancı – Yazar, 1922.
Kopenhag–Nasyonal Tidende.
Chicago Tribune.
Dünya Liderlerinin ve Dünya Medyasının Atatürk Hakkındaki Görüşleri (Tamamı).
Atatürk'ün Özdeyişleri.
Atatürk'ün Vasiyeti.
Atatürk'ün 5 Eylül 1938 günü Dolmabahçe'de düzenlediği ve İstanbul 6. Noteri İsmail Kunter'e teslim ettiği vasiyetnamesi şu şekildeydi;
Malik bulunduğum bütün nukut ve hisse senetleriyle Çankaya'daki menkul ve gayrimenkul emvalimi Cumhuriyet Halk Partisi'ne atideki şartlarla terk ve vasiyet ediyorum:
1 – Nukut ve hisse senetleri, şimdiki gibi, İş Bankası tarafından nemalandırılacaktır.
2 – Her seneki nemadan, bana nisbetleri şerefi mahfuz kaldıkça, yaşadıkları müddetçe, Makbule'ye ayda bin, Afet'e 800, Sabiha Gökçen'e 600, Ülkü'ye 200 lira ve Rukiye ile Nebile'ye şimdiki yüzer lira verilecektir.
3 – Sabiha Gökçen'e bir ev de alınabilecek ayrıca para verilecektir.
4 – Makbule'nin yaşadığı müddetçe Çankaya'da oturduğu ev de emrinde kalacaktır.
5 – İsmet İnönü'nün çocuklarına yüksek tahsillerini ikmal için muhtaç oldukları yardım yapılacaktır.
6 – Her sene nemadan mütebaki miktar yarı yarıya, Türk Tarih ve Dil Kurumları'na tahsis edilecektir.
Atatürk'ün Aldığı Nişan, Madalya ve Madalyonlar
Nişan Ve Madalyalar
Sıra No Nişan ve Madalyanın Adı İhdas Eden Madeni Çapı Verildiği Tarih
1 5. Rütbeden Mecidi Niş. Padişah Abdülmecid Gümüş 55 25.12.1906.
2 2. Rütbeden Mescidi Niş. Padişah Abdülmecid Ortası Altın 65 12.12.1916.
3 1. Rütbeden Mescidi Niş. Padişah Abdülmecid Ortası Altın 65 16.12.1917.
4 4. Rütbeden Osmani Niş. Padişah Abdülaziz Gümüş – 06.11.1912.
5 3. Rütbeden Osmani Niş. Padişah Abdülaziz Gümüş – 01.02.1915.
6 2. Rütbeden Osmani Niş. Padişah Abdülaziz Gümüş – 01.02.1916.
7 İmtiyaz Madalyası 2. Abdülhamid Gümüş – 30.04.1915.
8 İmtiyaz Madalyası 2. Abdülhamid Altın – 23.09.1917.
9 Harp Madalyası 5. Mehmed Reşad Fakfon – 11.05.1918.
10 Liyakat Madalyası 2. Abdülhamid Gümüş 25 01.09.1915.
11 Liyakat Madalyası 2. Abdülhamid Altın 25 17.01.1916.
12 İstiklal Madalyası T.B.M.M Prinç 35×40 21.11.1923.
MADALYONLAR
Sıra No Adı ve Veriliş Nedeni Tarihi.
1 1. Ordu manevra hatırası 20.08.1937.
2 2. Ordu manevra hatırası 13.10.1937.
3 Ankara'ya gelişinin 18.yıl hatırası 27.12.1937.
4 Müttefik ajanslar 4. Kongresi 1929.
5 T.B.M.M. Rozeti.
6 Abide-i zafer hatırası 1927.
7 İran Şahı'nın Türkiye'yi ziyaretleri hatırası 1934.
Atatürk'ün Yazdığı Kitaplar
•Tâbiye Meselesinin Halli ve Emirlerin Sureti Tahririne Dair Nesayih.
•Takımın Muharebe Talimi (Almanca'dan çeviri – 1908).
•Cumalı Ordugâhı – Süvari: Bölük, Alay, Liva Talim ve Manevraları (1909).
•Tâbiye ve Tatbikat Seyahati (1911).
•Bölüğün Muharebe Talimi (Almanca'dan çeviri – 1912).
•Zabit ve Kumandan ile Hasbihal (1918).
•Nutuk (1927).
•Vatandaş İçin Medeni Bilgiler (1930).
•Geometri (1937).
Atatürk'ün Kurduğu Kurumlar
Anadolu Ajansı.
Ankara Hukuk Fakültesi.
Ankara Orman Çiftliği.
Bursa Merinos Halı Fabrikası.
Çocuk Esirgeme Kurumu.
Demiryolları ve Limanlar Genel Müdürlüğü.
Devlet Hava Yolları.
Devlet İstatistik Enstitüsü.
Elektrik İşleri Etüt İdaresi.
Etibank.
Halkevleri.
İşbankası.
Maden Tetkik Arama Enstitüsü (MTA).
Merkez Bankası.
Merkez Hıfzısıha Enstitüsü.
Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı.
Sanayi ve Maadin Bankası.
Sümerbank.
Türk Dil Kurumu.
Türk Kuşu.
Türk Tarih Kurumu.
Türkiye Cumuriyeti Ziraat Bankası.
Türkiye Şeker Fabrikaları.
Uluslararası İzmir Fuarı.
Ziraat Okulları ve Yüksek Ziraat Enstitüsü.

selda bağcan

yusuf


Ad Soyad: Selda Bağcan Doğum Tarihi: 1948 Nereli: Menteşe, Muğla Meslekler: besteci, şarkıcı
Selda Bağcan kimdir, Şarkıcı, besteci ve politik aktivisttir.
Selda Bağcan, 1948 yılında Muğla'nın merkez ilçesi Menteşe'de doğmuştur. Annesi öğretmen, babası veteriner hekimdir. Daha bir yaşına gelmeden anne babası van'a tayin oldu. Erkek kardeşi vardır.Öğrencilik yılları Ankara'da geçti. 10 yaşında gitar çalmayı öğrendi.

Ankara Üniversitesi Fen Fakültesinde Fizik Mühendisliği bölümünden 1971 yılında mezun oldu.

Üniversite son sınıfta iken amatörce müzik yapmaya başladı. Erkan Özerman sayesinde O yıl yaptığı ilk iki 45'lik plağı iyi iş yapınca profesyonel olarak müzik hayatına başladı. O tarihten itibaren yurt içi ve yurt dışında sayısız konserler verdi.
1972 yılında Dış İşleri Bakanlığının görevlendirmesiyle Bulgaristan'daki ALTIN ORFE (Golden Orfeus) festivalinde Türkiye'yi temsil etti.
İlk defa 1973 yılında batı Avrupa turnesini gerçekleştiren Selda Bağcan, 17 adet 45'lik plak çıkardı.
1979 ve 1980 yıllarında Cumhuriyet Halk Partisi (CHP)nin yurt dışı Demokratik kitle örgütü olan HDF (Halkçı – Devrimci Federasyonu) ile dayanışma içindeki SPD (Alman Sosyal Demokrat Parti) nin katkılarıyla Batı Avrupada çeşitli festivallere katıldı.

1980 ve 1987 yılları arasında pasaport verilmeyen sanatçı 1981 ve 1984 yılları arasında şarkılarından dolayı üç kez Metris Askeri Ceza ve Tutukevinde hapse girdi.
1986 yılında Peter Gabriel'in desteklediği The Womad Foundation (Word Of Music And Dance) Festivalinden davet aldığında pasaportu olmadığı için gidemedi. Fakat festival komitesi Selda Bağcan'nın bir şarkısına festival plağında yer verdi. Tüm dünya radyolarında çalınan festival plağındaki türküsünün beğenilmesiyle birçok ülkeden konser davetleri aldı.
1987 yılında Womad Vakfı'nın ısrarlarıyla pasaport alabildi. Ardından o yıl 13 Haziran Rotterdam Sanat Festivali (Poetry), 19 Haziran Womad ve Glastonbury Festivali, 20 Haziran Jubile Gardens (London), 25 Haziran Eurls Court (London), 26 Haziran Capital Radio Festivali konserlerini yaptı. 1988 de dört ay süren Batı Avrupa turnesinden sonra, 1989 ve 1990'lı yıllarda Belediyelerin kültür ve sanat hizmetlerinin davetlisi olarak kent festivallerinin yüzbin kişilik seyirci kitlesine hitap etti. Bu konserlerin en büyük özelliği biletlerinin ücretsiz ve halka açık olmasıydı.

1990 yılında Hollanda'dan Rasa Organition (Interkultureel Centrum)'un davetlisi olarak Utrech, Nijmegen, Tilburg şehirlerinde ve Yugoslavya'daki Prizren ve Priştine şehirlerinde konserler verdi. Aynı yıl dört kez İsrail'e giden şarkıcı Acco Festivalinde “Khan-el Umdan” adlı Osmanlı kalesinde ve Ehal Hatarbut konser salonunda iki ayrı konser ve iki ayrı televizyon programı yaptı. Ve Danimarka'nın Argus şehrindeki esintiler isimli festivale katıldı.
2000 yılında KÖLN ARENA'da AABF'nın (Avrupa Alevi Birlikleri Federasyonu) gerçekleştirdiği konserde yer aldı. Bu konser aynı anda aynı sahnede 2167 sanatçı olması nedeni ile GUİNESS rekorlar kitabına girdi. 2002 yılında Kudüs festivaline katıldı.
1976 yılında seslendirdiği ANADOLU FOLK ROCK tarzındaki türküleri ihtiva eden Türkülerimiz II adlı LP si Londra merkezli bir yapım firması tarafından Lp ve CD olarak tüm dünyada satışa çıktı.

Tarz olarak protest müziği benimseyen Selda Bağcan, kendi bestelediği şarkıları söylemeyi tercih ederken, bin yıllık anonim halk türkülerini çağdaş bir üslupla yorumlamasıyla da tanınıyor. Kendisini Türk insanının acılı sesi olarak nitelendiren sanatçı, halen İstanbul'da ikamet etmekte ve sahibi olduğu MAJÖR MÜZİK YAPIM şirketinin yöneticiliğini yapmaktadır.
1992 yılında çıkan “Ziller ve İpler” albümündeki “Ziller ve İpler” şarkısının sözleri Aysel Gürel'e aittir:
Selda Bağcan, 2000 yılında konser vermek üzere Antakya'ya giderken trafik kazası geçirerek ağır yaralandı ve uzun süre tedavi gördü. Bedeninin birçok yerinde kırıklar oluşan Selda Bağcan, uzun süre çelik iskelet yardımıyla yürümek zorunda kaldı.
2012 yılında Londra Olimpiyatları kapsamında düzenlenen Meltdown Festivali'nde sahneye çıktı.
1971 yılında “Adaletin Bu Mu Dünya” adlı sinema filminde Önder Somer, Süheyl Eğriboz ile oynarken Selda Bağcan'ı Jeyan Mahfi Tözüm seslendirmiştir.
1972 yılında “Afacan Harika Çocuk” adlı sinema filminde Sadri Alışık, Menderes Utku, Zeynep Aksu, Nubar Terziyan, Murat Soydan, Nedret Güvenç, Hulusi Kentmen, Aliye Rona, Feridun Çölgeçen, Mürüvvet Sim, Kayhan Yıldızoğlu ile beraber rol aldı.
1992 yılında Aytaç Arman, Halil Ergün, Levent Ülgen, Şerif Sezer'in oynadığı “Kurşun Adres Sormaz” sinema filminin müziklerini yapmıştır.

Filmleri :
1972 – Afacan Harika Çocuk (Selda) (Sinema Filmi)
1971 – Adaletin Bu Mu Dünya (Selda) (Sinema Filmi)
Müziklerini yaptığı Film:
1992 – Kurşun Adres Sormaz (Sinema Filmi)
45'lik Plakları :
1971 – Katip Arzuhalim Yaz Yare Böyle / Mapusanede Mermerden Direk
1971 – Tatlı Dillim Güler Yüzlüm / Mapusanelere Güneş Doğmuyor
1971 – Çemberimde Gül Oya / Toprak Olunca
1971 – Adaletin Bu Mu Dünya / Dane Dane Benleri
1971 – Seher Vakti / Uzun İnce Bir Yoldayım
1972 – Yalan Dünya / Kalenin Dibinde
1972 – Eyvah Gönül Sana Eyvah / Zalim Sevgililer Bu Sözüm Size
1973 – Bölemedim Felek İle Kozumu / Bülbül
1973 – Gesi Bağları / Altın Kafes
1974 – Nem Kaldı / Rabbim Neydim Ne Oldum
1974 – Aşkın Bir Ateş / O Günler
1974 – Anayasso / Bad-ı Sabah
1975 – Dostum Dostum / Yuh Yuh
1975 – Kaldı Kaldı Dünya / İzin İze Benzemiyor
1976 – Görüş Günü / Şaka Maka
1976 – Almanya Acı Vatan / Kıymayın Efendiler
1976 – Aldırma Gönül Aldırma / Suç Bizim
Albümleri:
1974 – Türkülerimiz 1 (yeniden yayımlanışı: 1995)
1975 – Türkülerimiz 2 (yeniden yayımlanışı: 1996)
1976 – Türkülerimiz 3 (yeniden yayımlanışı: 1998)
1977 – Türkülerimiz 4 (yeniden yayımlanışı: 1999)
1978 – Türkülerimiz 5 (yeniden yayımlanışı: 2001)
1979 – Türkülerimiz 6 (yeniden yayımlanışı: 2006)
1980 – Türkülerimiz 7
1982 – Türkülerimiz 8
1983 – Türkülerimiz 9
1985 – Türkülerimiz 10
1986 – Dost Merhaba
1987 – Yürüyorum Dikenlerin Üstünde
1988 – Özgürlük ve Demokrasiyi Çizmek
1989 – Felek Beni Adım Adım Kovaladı
1990 – Anadolu Konserleri: Müzikteki 20 Yılım (1 ve 2)
1992 – Ziller ve İpler – Akdeniz Şarkıları 1
1993 – Uğur'lar Olsun
1994 – Koçero (Ahmet Kaya ile birlikte)
1997 – Çifte Çiftetelli – Akdeniz Şarkıları 2
2002 – Ben Geldim
2004 – Denizlerin Dalgasıyım
2009 – Güvercinleri de Vururlar
2011 – Halkım

babil asma bahçeleri

yusuf
Milattan önceki dönemlerde yapılan, rivayete göre Suriye-Güneydoğu Anadolu bölgesindeki Mezopotamya'da yer alan Babil'in Asma Bahçeleri dünyanın yedi harikasından biridir. Asur Kraliçesi Semiramis tarafından inşa ettirildi

malabadi köprüsü

yusuf
Hem tasarım yönünden hem de mimari açıdan bir örneği daha bulunmayan Malabadi Köprüsü ziyaretçilerini kendisine hayran bıraktıracak bir görüntüye sahiptir. Uzun yıllar boyunca hayatta kalan başka bir deyimle tarihin eskitemediği köprü UNESCO'nun geçici miras listesinde bulunmaktadır.

balıklı göl

yusuf
Şanlıurfa'da bulunan Balıklı Göl, İslam dininde son derece önemli bir yere sahiptir. Rivayete göre, kötü kalpli kral Nemrut İbrahim peygamberin ölmesi için, alevi çok yükseklere ulaşan bir ateş yaktırmıştır. Yüce Allah ise, İbrahim peygamberin imdadına yetişerek, ateşin içindeki odunları birer balığa, ateşi de gül bahçesine dönüştürmüştür.

ışık hadisesi

yusuf

UNESCO Dünya Mirası Geçici Listesi'ne 2015 yılında dahil edilen ve Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri'nin hocası İsmail Fakirullah'ın vefatı üzerine "Hocamın başucuna doğmayan güneşi neyleyim" diyerek 255 yıl önce türbesinde yaptırdığı ışık düzeneği

tuz gölü

yusuf
Tuz gölü, günümüzde ülkemizin tuz ihtiyacının %40'ının sağlandığı bölgedir. Göl bu sebep ile turistik ve ticari açıdan son derece önemli bir göl olarak bilinmektedir. Yüz ölçümü olarak Türkiye'nin en büyük ikinci gölü burasıdır. Göl, tektonik bir çukurluğun en derin bölgesinde yer alır ve etrafında platolar bulunur.

botan vadisi milli parkı

yusuf


Siirt'te yer alan ve doğal güzellikleri barındıran Botan Vadisi'nin Türkiye'nin 45'inci milli parkı ilan edilmesi, kentte sevinçle karşılandı.

Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın imzaladığı, Resmi Gazete'nin 15 Ağustos tarihli sayısında yayımlanan kararla "milli park" ilan edilen Botan Vadisi, Siirt merkez, Tillo ve Eruh ilçeleri sınırlarındaki yaklaşık 120 bin dönümden ve 29 kilometrelik güzergahtan oluşuyor.

Tarihi İpek Yolu'nun bir kısmının da bulunduğu Botan Vadisi Milli Parkı'nda, Yerlibahçe, Kayaboğaz, Kalender ve Koçlu köylerindeki kiliseler, Deyr mevkisindeki manastır ile 6'ncı yüzyılda inşa edilen Münzevi Mar Yakub Manastırı da yer alıyor.


Her mevsim ziyaretçilerine ayrı güzellik sunan, yerli ve yabancı turistlerin ilgisini çeken yaklaşık 350 metre yükseklikteki Rasıl Hacar Tepesi'nden (Delikli Taş) izlenen milli park, Botan Çayı manzarası, doğal güzellikleri ve dinlenme alanlarıyla doğa tutkunlarının vazgeçilmez adresleri arasında bulunuyor.

Doğa Koruma ve Milli Parklar Siirt Şube Müdürü Nevzat Amcalar, yaptığı açıklamada, Botan Vadisi'nin "milli park" ilan edilmesinin, kentin kültürel varlıklarının turizme kazandırılması açısından önemli olduğunu söyledi.

Parkın kent merkezinden 3 kilometre uzakta bulunduğuna dikkati çeken Amcalar, "Milli parkın kent merkezine yakın olması, buradaki turizm potansiyelini daha da artıracaktır" dedi.

TARİHİ AKABE YOLU DA VADİDEN GEÇİYOR
Botan Çayı güzergahında uzayan kanyonun, Mezopotamya kültürünün kalıntılarını barındırdığını dile getiren Amcalar, "Asurlular 3 bin 500 yıl önce buradan geçen ve 'Akabe' dedikleri yolu, ticaret güzergahı olarak kullanmış" dedi.

Bölgenin mağara ve vadileriyle jeomorfolojik açıdan çok güzel yapıya sahip olduğunu anlatan Amcalar, şöyle konuştu:

"Vadideki Rasıl Hacar'ın kapsadığı doğal güzellik, Arizona'daki kanyonlardan çok daha ihtişamlı duruyor. Ayrıca Botan Vadisi, yaban hayatı ve endemik bitki çeşitlerinin var olduğu bir örtüye sahip. Botan, kültürel ve doğal güzellikleri barındırıyor. Su sporlarının yapılabileceği alanlar mevcut. Yamaç paraşütü, rafting ve doğa yürüyüşünün yapılabileceği çok güzel yerlerimiz var"

Herkesi ülkenin doğal güzelliği vadiyi görmeye davet eden Amcalar, "Botan Vadisi Milli Parkı uzun vadeli bir gelişim planıyla Siirt'e önemli ölçüde turizm getirisi kazandıracak. Doğanın tekrardan tahrip edilmeyeceği şekilde burayı koruma altına alacağız ve bundan sonraki çalışmalarımızla insanları buraya çekeceğiz" ifadelerini kullandı.



Tillo Belediye Başkanı İdham Aydın da bölgenin "milli park" ilan edilmesinin ilçeleri için de önemli bir gelişme olduğunu söyledi.

Bundan 4-5 yıl önce yaptıkları çalışmalarla, milli parkın altyapısının Tillo'da başlatıldığını belirten Aydın, "Türkiye'de 45 milli park mevcut. Bazı milli parkların pek çoğu işlev görmüyor. Çocukluğumda bu bölgenin her tarafı ormanlıktı. Tillo, hayvan ve insan baskısından orman vasfını yitirdi, çıplak bir toprak haline geldi. Milli park ilan edilen yerlerin ağaçlandırılması, yürüyüş yollarının düzenlenmesi, mağaraların işlevsel hale gelmesi için çalışmalıyız" diye konuştu.

Ilısu Barajı'nın su tutmasıyla büyük bir göl oluşacağına işaret eden Aydın, "Tillo kıyısında, milli park çerçevesinde bir vapur iskelesinin kurulmasını planlıyoruz" dedi.

Siirt'i Geliştirme ve Kalkındırma Derneği Başkanı Yusuf Eldemir, 4 yıldır doğa turizmi ve vadiye ilişkin çeşitli projeler üzerinde çalıştıklarını, bu kapsamda Botan'daki doğa yürüyüş yollarını haritalandırarak dijital ortama aktardıklarını belirtti.

Bölgenin doğaseverler için önemli bir yer olduğuna dikkati çeken Eldemir, şu ifadeleri kullandı:

"Vadi, Siirt ve bölge için önemli bir potansiyel ancak önümüzdeki süreç için bir tehlike arz ediyordu. Bu da beton ve yapılaşma riskiydi. Fakat milli park kararıyla yapılaşma riski ortadan kalktı. Kentte doğa turizminin önünü açan ve ilimizin geleceğini kurtaran bir karar oldu. Vadinin mili park ilan edilmesi çalışmasına katkı sunan yetkililere teşekkür ediyorum"

"SİİRT TURİZMLE ANILACAK"
Vatandaşlardan Zeki Eren ise kentin her köşesinin birbirinden değerli doğal güzelliklerle dolu olduğunu vurguladı.

Botan Vadisi'nin de önemli doğal güzelliklerin başında geldiğini anlatan Eren, şunları kaydetti:

"Vadinin milli park olması gerçekten şehrimize ayrı bir heyecan getirdi. Rasıl Hacar'ın fotoğraflarını sosyal medyada görenler, gelip buraları gezmek için can atıyor. Çünkü burada ayrı bir doğa güzelliği var. Buranın milli park ilan edilmesi sayesinde daha fazla ziyaretçi gelecek, turizm canlanacak, istihdam artacak, Siirt terör yerine turizmle anılacak. Şehrimize bu milli parkı kazandıranlara teşekkür ediyoruz"

Mehmet Tanrıyatapan da ender görülebilecek manzaraya sahip vadinin milli park ilan edilmesini memnuniyetle karşıladıklarını belirtti.
0 /

neden bekliyorsun?


bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?

üye ol