güven sözlük yazarlarının hikayeleri

christian rosenkreuz
uyandım işte, yine karlı bir günün sabahında. harcadığım tüm sabahlar gibi bu da büyük ihtimalle boşa harcanacak.

ah, paris'in fareli ve dışkı kokan sokakları yine penceremin önünde... her zaman değiştirmek istediğim ama değiştiremediğim bir manzara... yıllardır aynı manzaraya uyanıyorum.

her sabah uyandığımda düşündüğüm gibi yine bunları düşündüm. ama bu sabahı farklı kılan başka bir detay vardı. kapım çalınıyordu. kapıyı çalan kişinin uyguladığı kuvveti dikkate alırsak erkek olmadığı kesindi. bu saatte hangi kadın kapımı çalardı ki?

"geliyorum!" diye bağırıp yataktan çıktım.üniformamı giydim ve kılıcımı kuşandım. ilk defa kapımı çalan bir hanımefendinin karşısına kötü çıkmamalıydım.

her türlü ihtimale karşı, kapıyı hafifçe aralayıp baktım. üst katımda oturan mademoiselle maëlys'ti gelen.

"bonjour mademoiselle! size nasıl yardımcı olabilirim?" dedim kısık bir sesle. uyanır uyanmaz konuştuğum ilk kişi o olduğu için de sesim haliyle hırılıtılı çıkıyordu.

"bonjour monsieur, sabah erken saatte geldiğim için özür dilerim. ama sizin yardımınıza ihtiyacım var. bugün marie-antoinette'e çeşitli kumaş örnekleri götürmem gerekiyor. acaba sizinle birlikte versailles'a gitmemde bir sakınca var mı?"

ah, en sonunda güzel ev sahibem mademoiselle maëlys ile ufak da olsa geçirebileceğim bir zaman dilimi...

"evet, tabii ki... ama izin verin de bugün için hazırlanayım. henüz yeni uyandım ve kahvaltı da yapmadım."

"anlıyorum. o halde sizi dairemde bekliyor olacağım" dedi ve merdivenlerden yukarı çıktı.

ah, maëlys... sanki başından fışkırıyormuş gibi duran dolgun sarı saçlarıyla, mavi gözleriyle, kırmızı yanaklarıyla her erkeğin rüyası... ama iş hayatnının getirdiği sertliği de taşıyan bir kadın. ailesi öldükten sonra paris'in en iyi moda evi kendisine miras kaldı. o da iflas etmemek için elinden geleni yapıyor. mal varlığı benim gibi bir subayın mal varlığı ile ölçülemeyecek kadar fazla olduğu için her zaman kendisine yakınlaşmakta tereddüt etsem de o bana hep yakın davrandı. ama belki de kiracısı olduğum içindir bu.

kahvaltımı yapıp düzgünce üniformamı giyip, silahlarımı kuşandıktan sonra mademoiselle maëlys'in kapısını çaldım. çoktan hazırlanmış olmalı ki hemen kapıyı açtı.

göz alıcıydı... normalde de göz alıcı olsa da saray kıyafetleri onu daha da göz alıcı hale getiriyordu. neticede kendisinin işi modaydı ve kendisini nasıl göz alıcı hale getireceğini de iyi biliyordu.

"bir gün kraliçe kıskançlıktan mademoiselle'i öldürecek" dedim. ama fark etmeden sesli bir biçimde söylemiştim.

"o zaman beni korumak da size düşer generalim" deyip koluma girdi. neşeliydi ama neşesi benden mi yoksa kazanacağı paradan dolayı mıydı bilmiyorum...

"bana fazla güvenmeyin. neticede hala bir köşküm bile yok" dedim.

bana bakıp güldü. arabacıların olduğu yere yürürken sürekli bana bakıyor gibiydi. ben de ilk defa kendisiyle birlikte yürümenin heyecanından ötürü sadece karşıma bakıyordum. kılıcımın kabzasını o kadar sıkıyordum ki eldivenlerimi yırtmaktan korktum.

boş bir araba bulunca versailles'a doğru yola çıktık.

"monsieur, versailles'da görev yapmak nasıl?" diye sordu bana.

"ah, tahmin edemezsiniz mademoiselle... herkes beni kıskansa da savaşa gitmeyi daha çok tercih ederdim. sadece kumaşlar ve giysiler için gitseniz bile ne kadar gerilimli bir yer olduğunun farkına varmışsınızdır."

güldü.

"öyle... ama ben en çok krala üzülüyorum. zavallı kral, adeta hapis hayatı yaşıyor gibi görünüyor. arada bir marie-antoinette'in yanına uğruyor ben onunlayken. ama o zamanlarda bile versailles'da çok sıkıldığı belli oluyor. sahi, siz çok görüyor musunuz kralı?"

"malesef, kendisi devlet işleri haricinde genelde demir atölyesine kapatıyor kendisini. çok fazla karşılaşmak pek mümkün olmuyor. zaten benim gibi düşük rütbeli birisi de kralı çok görmez."

sessiz bir şekilde beni izlemeye başladı. ilk defa karşı karşıya oturduğumuz için de heyecandan ne yapacağımı bilmiyordum. versailles'a kadar sessiz bir şekilde gittik...
christian rosenkreuz
günlerdir ne bir satır, ne bir kelime yazabildim. aklıma gelen fikirleri bir türlü kağıda dökemiyorum...

ne şiirler, ne roman temaları, ne hikayeler geldi aklıma. ama ne zaman daktilomun başına otursam saatlerce bir şey yazabilmek için bekliyorum.

yine böyle, hiçbir şey yazamadığım günün gecesinde dışarı çıktım. ne sevgilim, ne de bir arkadaşım olduğu için yıllardır yalnız dışarı çıkıyordum ve bu duruma alışmıştım artık.

"belki 1-2 kadeh şarap içersem yine yazma isteği gelir..." diye düşünerek her zaman gittiğim bara gittim. herkes ya flört ediyor ya da arkadaşıyla beraber... ben hariç...

artık garsonlar da beni tanıdığı için gelir gelmez şarabımı önüme koyuyorlar. garsonlarla bile çok fazla konuşmuyorum bu sebeple.

bu sefer bir şeyler farklıydı ama. sanki bir çift göz bana bakıyor gibiydi.

ilk başta umursamadım ama kadının hala bana baktığını fark edince kadehimi kaldırdım. başımla selam verip tekrar kendi dünyama döndüm.

ama anlaşılan o ki kadın beni dünyamda rahat bırakmak istemiyordu. karşıma oturdu.

"bugün yalnızınız sanırım?"

"sadece bugüne mahsus bir durum değil..."

"belki bugün yeni bir başlangıç olur hayatınızda?"

"hiç sanmıyorum... beni tanımadığınız için böyle diyorsunuz..."

"o halde tanışalım?"

işte bu beklemediğim bir durumdu. böyle şeylere çok yabancı olduğum için ne yapacağımı bilemedim.

"giray afşar, ya siz?"

"ayça akaltın"

"yoksa o ayça akaltın mı?"

ayça akaltın... neredeyse 50 yıldır hiç değişmeyen şarkıcı...

"evet"

dedikleri kadar varmış... gerçekten de çok güzel...

"çok şaşırdım. sizinle burada karşılaşmak... ve gerçekten çok güzelsiniz... b.. ben..."

güldü.

"evet, hep bu tepkiyi alıyorum."

"ama insanlar haklı değil mi? siz şarkıcılığa başladığında annem ve babam bile doğmamıştı neredeyse..."

"tanıştığım erkekler arasında en genç olanısınız o halde."

yüzünde tatlı bir gülümseme belirdi.

"neden başbaşa kalabileceğimiz bir yere gitmiyoruz giray bey? hem belki size bir şarkı söylerim?"

"b... be... ben... bilmiyorum... gitsek mi ki?"

ne yapacağımı bilemez haldeydim... karşımda 50 yıldır güzelliğinden kaybetmemiş bir kadın var, ama bir yandan da içimde kötü bir his...

"siz bilirsiniz?"

"peki o zaman, gidelim..."

en azından belki yazacak ilginç bir olay yaşarım diye teklifi kabul ettim. ama yine de içimde kötü bir his vardı.

doğrusunu söylemek gerekirse bunlardan başka o gece ne olduğunu hiç hatırlamıyorum. gözümü açtığımda evdeydim ve yanımda da bir zarf vardı. zarfı açtığımda içinde "eğer sen de kabul edersen, hayatın tamamen değişecek" yazıyordu.

ne yapacağımı gerçekten bilmiyorum...
christian rosenkreuz
epey eskiden yazdığım bir hikaye:

beyaz elbiseleri ile sırtını ay'a dönmüş ve yıldızları seyrediyordu. parlak sarı saçları ay ışığında parlıyordu. gözleri de sanki yeryüzüne indirilmiş bir çift yıldız gibi parlıyordu. maskesini çıkartmış olduğu için yüzünü daha net görebiliyordum. zayıf ve uzun bir yüzü vardı. nedense bu yüz bana hiç yabancı gelmiyordu. ama daha önce de hiç görmemiş gibiydim.

saklandığım sütunun arkasından çıkmaya karar verdim. ben de onun gibi maskemi çıkardım. ürkmemesi için adımlarımı atarken ses çıkartmaya çalışıyordum.

"iyi misiniz hanımefendi? çok solgun görünüyorsunuz."

"ah, iyiyim evet. sadece dans biraz başımı döndürdü." dedi olağanüstü sesiyle. böyle bir sesin eşi benzeri var mıydı? benimle dans ederken hiç konuşmamıştı. tek yaptığı gözlerini gözlerimden alamamasıydı. bir şeylerden ürküyor gibiydi. bedenini hafifçe kasmasından bunu anlamak mümkündü. ama yine de sanki o gece tek istediği benimle dans etmekti.

"koruda biraz yürüyüşe ne dersiniz?"

"evet, olabilir."

elini tutup kaldırdım ve koluna girdim. sanırım bana karşı hisleri olduğundan solgun yüzüne tekrar renk geldi.

"sizinle daha önce hiç karşılaşmış olabilir miyim?" diye sordum.

"evet. ama kim olduğumu söyleyemem. buraya sadece kalbimdeki duyguların doğruluğunu öğrenmek için geldim. yaşadıklarım da gösteriyor ki size karşı hissettiğim şeyler gerçekten de doğruymuş."

"ama bu maske ve bu giysiyle beni nasıl tanıdınız?"

"kim olduğumu az çok açığa çıkarma riski taşısa da sanırım size karşı sadece doğruları söylemem gerekiyor. hangi maskeyi ve hangi giysiyi bu baloda giyeceğiniz konusunda bilgi sahibi olmam çok kolay bir şey."

"yoksa bir tür casus musunuz?" diye sordum.

"hayır, ama sanırım sorularınızın konusunu değiştirseniz çok daha iyi olacak" dedi. sesinden heyecanlandığı beli oluyordu.

yaz mevsiminden ötürü koru epey canlıydı. böcekler ses çıkartıyor, bir yerden bir yere gidiyordu. küçük havuzlardan çıkan seslerle küçük canlıların sesleri birbirine karışınca huzur verici bir müzik ortaya çıkıyordu. üstelik koluma girmiş olan olağanüstü bir kadınla yürüyordum. dolunay, gecemizi aydınlatan bir lamba vazifesi görüyordu. ama kadınla bana sessizlik hakimdi.

sessizliği bozmak için "söylesenize, yoksa siz şu masallarda anlatılan külkedisi misiniz? bu gece sonunda hizmetçiliğe geri mi döneceksiniz?" diye sordum. bu soruya kadar gergin ve ürkek davranan kadın kahkahalarla gülmeye başladı. sanırım yaşadığı gerginlikten ötürü sinirleri boşalıyordu.

"hanımefendi, iyi misiniz?"

"evet, özür dilerim, iyiyim. bir an kendimi kaybettim."

hala gülmeye devam ediyordu.

"yanlış anlamayın. hizmetçileri hor gördüğüm yok. sadece sizin beni bir daha göremeyeceğinizi düşünüyor olmanız komikti. siz bilmiyorsunuz ama ben sizin sürekli yakınlarınızdayım. zaten sizden hoşlanmaya başlamam da bu sebeple oldu. keşke size daha uzak olabilseydim. ama o kadar yakınım ki, en sonunda kalbimi ele geçirdiniz."

"ama siz kimsiniz? daha önce sizin gibi bir kadına rastlamadığıma eminim. yakınlarımda da sizin gibi bir kadın bulunmadığına eminim. ama gerçekten de sanki daha önce defalarca karşılaşmışız gibi hissediyorum. keşke sırlarınızı açsanız da kim olduğunuzu öğrenebilsem."

"ama buna imkan yok" dedi kadın üzüntülü bir sesle. "sizinle vakit geçirebileceğim tek zaman bu geceydi. sanırım onda da her şeyi batırdım."

"gece henüz bitmedi."

"ama bitecek."

"bitene kadar buradayım."

alçak bir duvarın üzerine oturduk. dolunay karşıdan bizi seyrediyordu. başını omzuma koydu.

en son hatırladığım sözü "seni öpersem her şey bitecek." oldu.

sabah duvarın dibinde uyandığımda yanımda kimse yoktu.
christian rosenkreuz
eşi öldüğünden beri, her gece yalnız bir şekilde ava çıkıyordu. şatodaki hizmetçileri de kovmuştu. artık koca şatoda sadece o vardı artık. sadece arada bir vergileri tahsil eden memuru ve vergilerini tarlalarından ödeyen köylülerle bir araya geldiğinde insanların arasına karışıyordu.

çoğu derebeyinin aksine, tebaası tarafından seviliyordu. ama eşi ölünce içine girdiği kasvetli ruh halinden ötürü, tebaası da kendisi için üzülmeye başlamıştı.

eskiden leydi, her kasbaya indiğinde kasabada bayram havası eserdi. artık kasaba da lordla beraber yalnızlığa gömülmüştü.

tüm bu kasvetli yapı, köylülerin hayvanlarına dadanan bir kurt yüzünden daha da çekilmez bir hal aldı.

lord da bu durumdan memnun değildi. ne kadar yasta olsa da halkına karşı kendini sorumlu hissediyordu. ayrıca topraklarına ölüm getiren bu hayvanı da kendisine tehdit olarak görmeye başlamıştı. kurt da olsa, vergi gelirlerini çalan herkes onun düşmanıydı.

artık kasabaya konuşlanan ordusu sadece kasabayı ve yakın çevredeki köyleri korumaya yetiyordu. kurdun peşine düşseler bu sefer kurt da askerlerin yokluğunu seziyor ve tekrar saldırıya geçiyordu. haliyle lord harekete geçmeye karar verdi.

dolunaylı bir gecede, her zaman ava çıktığı gibi, yalnız bir şekilde ormana girdi. hayvanı ürkütmemek için de yanına meşale almadı. sezgilerine güveniyordu.

mızrağıyla her an saldırıya hazır bir şekilde ormanın içinde sessiz bir şekilde yol almaya başladı. bir süre yürüdükten sonra ormanın içindeki akarsuyun kenarında dinlenmeye karar verdi.

akarsu, ormanı ikiya bölüyordu. derinliği on metre, genişliği 300 metre kadardı. haliyle askerlerin rahatça geçebilmesi için bir köprü yapılmıştı.

köprüye yaklaşınca, birisinin köprüde durduğunu görmüştü. uzaktan net olarak seçemiyordu. tedbiri elden bırakmadan hızlı adımlarla köprüdeki kişiye doğru yürümeye başladı.

"bu saatte burada ne yapıyorsun?" diye bağırdı.

köprüdeki kişi, lord'a yüzünü dönünce lord onun aslında bir kadın olduğunu gördü. evet, çıplak bir kadındı. parlak sarı saçları geceyi güneş gibi aydınlatıyordu. gözleri akarsuyun rengi gibi turkuazdı. vücudu o kadar güzel biçilenmişti ki eski eşinden bile kat kat daha güzel bir kadındı.

kadın baygın gözlerle lord'a baktı. bir-iki adım attıktan sonra kadın olduğu yere yığıldı. lord kadına doğru koştu. kadını sırtına aldı ve şatoya doğru yürümeye başladı. yolda "keşke atımı da yanımda getirseydim." dedi. kadın her ne kadar zayıf görünse de epey ağırdı ve lord yoruldukça daha da ağır geliyordu.

güç bela, şatoya ulaştı. kadını yatağa yatırdı. şömineyi yaktı. köylülerin vergi olarak getirdiği fıçılardan birini açtı ve sürahiye şarap doldurdu. tekrar odaya çıktı ve şarap içerken kadını izlemeye başladı. o kadar çekici bir kadındı ki karşısında kendini zor zaptediyordu.

sandalyeden kalktı. yatağa oturdu. işaret ve orta parmaklarını birleştirip, parmaklarını kadının yüzünde gezdirdi. teni çok yumuşaktı.

kendini çok zorlasa da dayanamadı... kadının dudaklarına yapıştı...

neden bekliyorsun?


bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?

üye ol